Kriton Dinçmen ile Söyleşi

KRİTON DİNÇMEN
Söyleşi: Yavuz Türk

Bize kısaca çevirmenlik serüveninizden bahsedebilir misiniz? Çeviriye ne zaman başladınız, sizi bu alana yönelten ilk kıvılcım neydi?

Gençken, savaş aleyhtarı bir kitap okumuştum. Bu kitap beni çok sarstı! Korkunç bir objektiflik vardı bu metinde; her şeyi yüzümüze çarpıyordu sanki. Daha sonra aynı kitabı defalarca okudum ve her defasında yeni şeyler anladım. Sonra bu kitabı çevirmeye karar verdim. Kitabın beni sarsmasının en temel nedeni, bir tarafı düşman diğer tarafı dost olarak göstermek yerine, savaş ve insan olgusunun üzerinde durmasıydı. Ben bir hümanist olarak her zaman savaşın anlamsızlığını vurgulamaya çalıştım. İşte bu düşüncelerle kitabı çevirmeye başladım; ama bu o kadar da kolay görünmüyordu: Kitabı iki yılda çeviririm, diye düşündüm başlarda; ancak sonra sonra baktım ki kitap su gibi akıyor ve ben de büyük bir haz alıyorum çevirirken... Sonuçta, her şeyi bir kenara bıraktım, yalnızca bu kitabı çevirmeye odaklandım ve dört ayda çevirdim kitabı. Mirilivis’in Hayat Mezarda! adlı kitabıydı bu. Neden bu kitabı çevirmeye karar verdim? Ben bir kitabı delirdiğim zaman çeviririm çünkü: Okuduğum o kitaptan çılgıncasına bir haz aldığımda, kitabı benim gibi okuyup beğenmelerini istiyorum galiba. Ardından önemsediğim birkaç çevirime burada değinmek gerekirse, Bizanslı tarihçi Yeorgios Francis’in Şehir Düştü adlı kitabı var mesela. Francis, imparator Kostantinos’un tüm yaşamı boyunca sarayda en yakın arkadaşı ve danışmanı olmuştur. Olayların birinci dereceden tanığıdır; ama bir tarihçi duyarlılığıyla mümkün olduğunca objektif yansıtır olanları. Claude Farrére adlı yazarın Ankaralı Dört Hanım kitabını çevirdim. Farrére, Cumhuriyet Ankara’sında Fransız kültür ataşesi. Ankaralı Dört Hanım’da iki aşk hikâyesi etrafında, 1920 sonları ile 1930’lu yılların başlarındaki yeni başkentle İstanbul’un sosyokültürel örgüsü irdeleniyor. Ardından, Panayotopulos, Odysseas Elytis, Sapho gibi şair ve yazarları çevirdim. Özellikle bu saydıklarım benim için çok keyifli çevirilerdi.

Çeviride temel aldığınız yöntem nedir? Çevrilen metnin her halükârda kendinden yitirdikleri ortada. Sizce hangi yöntem gözetilirse çeviri metin özünden daha az uzaklaşır?

En başta, insan çevireceği lisanı çok iyi bilmelidir. Sadece kelimeleri bilmek ya da cümlelerin bütünsel olarak anlamlarını kavramak yetmez; satıraralarını da iyi okumak gerek, dilin nüanslarını iyi kavramak ve algılamak; zaten bunu başarabilen kişiye iyi çevirmen denir. Ben daha çok anlam çevirisinden yanayım. Türkçe nasıl yazacaksam onu aktarmaya çalışırım; metnin yazarı ben olsaydım nasıl yazardım... Ege’nin tuzlu suyu insanların ağzına değsin isterim, Ege’nin güneşi gözümüzün önünde parlasın isterim; yani Ege tadını aktarmaya çalışırım. Metnin özgünlüğünden, dil oyunlarından da bir şeyler yitirmesini istemem elbette ve mümkünse bunu Türkçeye yansıtmaya çalışırım. Ancak aslolan anlamdır benim için. Türkçede bir tabir var: ‘kulağına/kulağının dibine fısıldamak’. Biri Yunancaya çevirmiş bunu aynen: Hiçbir anlamı yok! Daha doğrusu hiçbir anlamı kalmamış. Oysa Yunancadaki deyimlerde karşılığını –en azından yakın anlamlısını– bulmayı deneseydi... Bu anlamda çeviriyi çok ciddiye alıyorum ben. Her babayiğidin harcı değildir. Yetkin olmayan ellerde bir metin paçavraya dönüşebilir; bunu yapmaya kimsenin hakkı yok.

Siz Türkçenin yanı sıra Fransızca ve İngilizce de biliyorsunuz. Yunanca anadiliniz, öte yandan Türkçeyi çok iyi kullanıyorsunuz.

Çünkü ben buralıyım. Şöyle cevap vereyim: Deneme kitaplarıma ya da çevirilerime önsözler yazıyorum. Çoğu kitabın başında kendime ait bir önsöz var. Neden yapıyorum bunu? Çünkü istiyorum ki okur çeviriyi okurken neyle karşılaşacağını bilsin: okuru bir nevi hazırlamak gibi. Ayrıca bir kültürdür bu; o bölge insanının farklılıklarını ve benzerliklerini anlatırsın. Önsözlerde çok uzun cümleler kuruyorum; bir cümle bazen bir sayfa sürüyor: Bir arkadaşım bana diyor ki; “Sen yabancı olduğun için, Türkçeyi daha iyi bildiğini kanıtlamak mı istiyorsun?”
Benim Fransızcam liseden. Liseyi Pertevniyal’de okudum. 1961-1964 yılları arasında alanımla ilgili araştırmalar yapmak üzere Amerika’da bulunmuştum, İngilizcem de oradan. Ama Rum olduğum için Yunancayı daha iyi çevirebildiğimi düşünüyorum; belki bundan. Ama en çok hakim olduğum dil Türkçedir. Yunancayı Türkçeye çok rahat çevirebilirim bu yüzden, fakat tersi biraz zor gibi görünüyor bana; çünkü Türkçedeki ifadeleri ve nüansları Yunancada tam olarak yakalayamayabilirim. Türkçede ise her türlü taklayı attırabilirim dile.
Yunanca bilen çok az kişi var artık Türkiye’de. Rumların sayısı da gitgide azalıyor. Bunun da etkisi vardır elbette bir Rum olarak.

Peki, sizce Yunan edebiyatı Türkiye’de yeterince biliniyor mu?

Zannetmiyorum. Demin de söylediğim gibi; en başta Yunanca bilen sayısı çok az, üstelik iyi Yunanca bilenlerin sayısı daha da az. Hal böyleyken, tanıtımını yapan, buna heveslenen pek kimse de yok ortada. Aradaki tarihi husumetten olsa gerek, insanlar birbirlerine tahammül dahi gösteremiyorlar. Oysa iki komşu ülke söz konusu; tarih boyunca bir arada, iç içe yaşamış ve aynı gelenekleri paylaşmış Ege kıyılarında. Aynı güneşin altında çalışmış ve aynı denizde yüzmüş. Böylesine iki toplumun hızla yabancılaşması bana çok dokunuyor. Aramıza nifak sokuyorlar!

Çağdaş dünya edebiyatını ne kadar takip edebiliyorsunuz?

Modern edebiyatı beğenmiyorum demek dangalaklık olur; ama beni pek sarmıyor. Kafka’yı, Boris Vian’ı, Sartre’ı severim, özellikle Fransız şairleri severim. Lisedeyken Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u okumuştum; savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını anlatan bu yapıt, yine de Mirilivis’in eseri kadar sarmamıştı beni. Ben daha çok eskileri okuyorum, klasikleri. Daha genç olsaydım yine eskileri çevirirdim. Modern resmi ve müziği seviyorum, fakat edebiyatı pek takip edemiyorum. Çağdaş Yunan edebiyatından ise sevdiğim Kavafis ve Elitis vardır. Ben, klasiklerdeki tadı modern edebiyattan tam alamıyorum. Yeri gelmişken şunu da söylemekte fayda var. Klasik yapıtlarda bir telif sorunu olduğundan; yerli yersiz her yayınevi (kısaltarak) basabiliyor bu kitapları. Bu yüzden klasiklerin tekrar, yetkin kişilerce çevrilmesinde fayda var diye düşünüyorum.

Sizin bir de Sapho çevirileriniz var. Böyle eski bir metni çevirmek sizi zorladı mı?

Çeviri dediğimiz şey, dile hakim olma meselesi temelde; ben de Türkçeyi çok iyi bildiğimi düşünüyorum. Türkçeyi iyi bildin mi istediğin gibi takla attırabilirsin cümlelere. Ben güçlük çekmedim. Aksine çok keyif aldım.

Panayotopulos’un Benzersiz Mevlâna adlı kitabını çevirdiniz. Mevlâya karşı özel bir ilginiz mi vardı, bu kitabı çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Ben en başta ‘insan’a ve ‘insan olma’ya inanırım; ancak dindar adamın da elini öperim. ‘Dinci’ değil ama, dindar; bu ayrım çok önemli. Mevlâna evvela insandır.
Kitabın yazarı Anadolu’ya, Konya’ya gitmiş. Mevlâna’nın öğretisini anlatmışlar ona. 13. yüzyılın ortalarında Horasan dağları ile bozkırlarından kalkıp Konya'ya gelen Doğulu bir düşünür, o zamana kadar değişik kültür ve coğrafyalardan gelen bilgileri olağanüstü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diye bildiğimiz felsefi sistemlerin temellerini atıyor... Mevlâna çok büyük! İnsan aklının en büyük temsilcilerinden. İnsan aklı konusunda Nietzsche kadar önemlidir. Rahatlıkla söyleyebilirim, asıl Rönesans İtalya’da değil, Konya’da doğdu. 13. Asrın Selçuklu Konya’sı Rönesans’ın beşiği olarak karşımıza çıkmış, tüm görkemiyle yükseliyor. Kendinden sonraki düşünürleri müthiş etkilemiştir. Mevlâna, “benimle senin aranda ne ben ne de sen vardır” demiştir. O, Türkiye’yi bütün dünyaya tanıtmıştır.
Yaptığım bu çeviri aslında baştan ayağa şiiridir. Düzyazıdır ama şiir gibidir.

İkinci dilden çeviriler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Çok zor. Çevirmenin birkaç dilde çeviri yapması, söz konusu dillere hakim olduğu sürece, elbette mümkün. Çevirmen öğrendiği dile hakim değilse, dilin hokkabazı değilse bocalayabilir. İster istemez ağdalı ve pragmatik bir söyleme doğru kayabilir böylece; bu noktada ise çeviri tatsızlaşmaya başlar. Yağsız tuzsuz bir yemek misali. Çevrilen metin ilk çeviride zaten aslından bir şeyler yitiriyorken, bir de tutup da çevirinin çevirisini yapmak gerçekten büyük yetenek ister; imkânsız değil tabi ki, ama gerçekten çok zordur. Kayışdağı’nın eteğinden, suyu kaynağından içmek başkadır, aynı suyu damacanadan içmek başkadır. Su, evimize gelene kadar bir sürü işlemden geçer.

Yeni çeviri çalışmalarınız var mı?

Bu yaştan sonra insanın pek cesareti kalmıyor. Toparlanmada güçlük çekiyorum. Artık daha çabuk yoruluyorum. Mehmet Culum’un Alaçatılı diye bir kitabı var; biraz gücüm olsa, biraz da Yunancam daha yetkin olsa o kitabı çevirmek isterdim. Çevirmenin bunca çabasının esas mükâfatı ne olacak peki? Genelde hiç. Bana kalırsa, emek verilen metnin neşredildiğini görmek bile yeterlidir.

Hiç yorum yok: