Nazmi Ağıl

Nazmi Ağıl

ÇEVİRİ YANLIŞLARI(M)


Yazılı metinlerin kendi başlarına bir anlam taşımadıkları, ancak okurlar tarafından değişik şekillerde algılanıp anlamlı hale geldikleri, böylece her okumanın aslında yeni bir yazma olduğu düşüncesinden hareketle, Roland Barthes “Yazarın Ölümü”nü ilan edeli yaklaşık kırk, Stanley Fish “Bu Sınıfta Bir Metin Var mı?” diye soralı ise otuz yıl oldu. Derrida’lar, Foucault’lar geldi geçti, yazıda mutlak anlamın koca bir yalandan ya da yanılsamadan ibaret olduğunu vaaz ettiler.
Ama anlam aktarmada yazının güvenilir bir aracı olmadığına, anlaşılan, başta kendileri inanmıyorlardı ki onlar da yazmayı seçtiler bu düşüncelerini sayfalar boyu. İşte ya, diyorum, onların bu çabasının boşa çıkmasıyla iletiliyor mesaj : Bak bugün anlamın sabitlenemeyeceği hakkında coşkuyla konuşan bir hoca, ders sonrası, gelecek haftanın ödev konusunu, doğru anlaşılacağından emin, asabiliyor duyuru panosuna. Sanırım “Ezginin Günlüğü” şarkı yapmıştı, andığımız isimlerden çok yıllar önce Paul Valery, “Ne okur ne anlarsın/ En iyi kafaların ne kolay yanılması” demiyor muydu oysa?
Ama haklısınız, sanat ve hayat, kuram ve uygulama…Çevirinin de bir okuma olduğunu akılda tutar da hangi hoca – kuramı boş verip- önerdiği kaynakları çevirilerinden değil, aslından okumalarını öğütlemez öğrencilerine? Doğru aktarılmak konusunda kim, nasıl titizlenmez kendi makalesi bir başka dile çevrilecek olsa? Ve yaptığı çeviride tek bir yanlış çıkarsa kimin mutluluğuna gölge düşmez? Ucundan kıyısından çeviriye bulaşalı yıllar oluyor, ben alışamadım hâlâ. Çevirimi tamamlayıp yolladım diyelim, editörün okuma süreci yok mu, Cehennem azabı. Sevgili Cevza Sevgen hocamın eline düşmüş bir yazılı kağıdını bekler gibi merakla beklerim ve gördüğüm her kırmızı çizgide yüreğim ağzıma gelir metni yeniden elime aldığımda. Bir de her şey olup bitmiş, çalışmanız basımevinden çıkmışsa bir kez! Öyle bir hafta sonu hatırlıyorum: Tam üç yıl emek verdiğim Canterbury Hikayeleri’i basılmıştı, fark ettiğim ilk hatadan sonra iki gün boyu eve kapanıp nasıl bir öfkeyle ve hırsla incelemiştim tuğla gibi kitabı.
Çeviri hataları yalnızca yazım yanlışlarıyla sınırlı kalmaz elbet, hele de yazarın kendisine ulaşıp takıldığınız yerleri danışma imkanınız yoksa bu kaçınılmaz kaderiniz olur. “Çevirmen haindir,” ya da Kundera’ya atfedilen, daha kaba, “Çevirmen ırzımıza geçme,”gibi sataşmaların budur sebebi. Bu yüzden ağır bir suçluluk duygusu içinize işlemiştir yıllar boyunca. Dalgınlığınızdan, yeterince araştırma yapmamış, dilin inceliklerine varamamış olmanızdan kaynaklanan hatalardan dolayı eleştirilmeye boyun büküp katlanırsınız ama ya bazı sorunlar metnin kendisinden kaynaklanıyorsa? Örneğin, elinizdeki çok kapalı bir metinse, okurun bu anlaşılmazlığı sizin beceriksizliğinize yoracağı kaygısına kapılır ve çeviri metni aslından daha açık kılmaya çalışırsınız. En azından ben öyle hissetmiştim… kitaba dönüşmeyen Emily Dickinson çevirilerimde: Onun onca önem taşıyan kesik çizgilerini, kopuk anlatımını göz ardı edip daha akıcı, bütüncül şiirlere dönüştürmeye çalışmıştım Emily’nin yazdıklarını. Yeni olmanın ürkekliğinden olsa gerek, şimdi sanırım daha cesur davranırdım. Ama söz konusu olan John Ashbery gibi anlaşılmazlığıyla ünlü bir şairse yapacak başka bir şey yoktur, ya hiç işe girişmezsiniz, ya da bütün anlamsızlığı göze alarak düz bir çeviri yapmayı tercih edersiniz. (Şairin bulanık anlatımını fırsat bilen çevirmenin kendi kusurlarını da ona yamama tehlikesi yok mudur peki burada?)
Bir de yazarın kendisinin düştüğü hatalar olur, bilgi ya da anlatım hataları. Öylece çevirmek mi gerekir bunları, yoksa insani bir yanılgıya düşmüş olan yazara bir omuz vermek daha mı ahlakidir? Melbourne Üniversitesinden Harry Aveling’den ilginç bir örneği aktarmak isterim: Malezyalı Müslüman bir yazarı çevirirken, diyor Aveling, “mantar açıldığında şişeden köpürerek fışkıran kırmızı votka”dan söz eden bir satıra rast geldim. Votka köpürmez, rengi de kırmızı değildir, anladım ki yazar neden bahsettiğini bilmiyor, kırmızı votkayı gönül rahatlığı içinde altın renkli şampanya yaptım. Benzer bir durumla geçen Temmuz YKY’den çıkan Aharon Appelfeld’in Badenheim 1939 adlı kitabında karşılaştım. Kitabın aslı İbranice ve ben İngilizce çevirisinden çalışıyordum. Orada, daha İkinci Dünya Savaşı başlamadığı halde, “Birinci Dünya Savaşı”ndan söz ediliyordu. Bu bir hata olabilir miydi? Sorumun cevabı anlatıcının bugünde mi yoksa 1939’da mı durduğuna göre değişebilirdi. Ben 1939’da durduğu düşüncesindeydim, yani, evet belki yazardan, belki de İngilizce çevirmeninden kaynaklanan bir hata söz konusuydu, olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. Şimdi kontrol ediyorum, dipnotta bir açıklama da yapmamışım. Ama ben burada hâlâ bunu açıklama gereği duyuyorsam olur da bir okur farklı düşünür ve beni suçlar kaygısıyla mı?.. Abartıyor muyum? Belki.
Zaten genç hocaların ince bir alayla, görmüş geçirmiş olanlarınsa anlayışla, güldüğünü duyar gibiyim.Yetiştirme biçimi diyor şefkat sahipleri, zavallı, çeviri konusunda “doğru-yanlış”la terbiye edilmişsin de ondan, rahatla biraz. Okullarımızda çeviri eğitimi yöntemleri değişti, ürün odaklı değiliz epeydir, performansa bakılıyor, nihai tek bir ödev yerine öğrencinin tüm çalışma sürecinin değerlendirildiği portfolyoya not veriliyor mesela. Çeviri eleştirisinde de hata avcılığı ayıplanması gereken bir tavır olarak görülüyor uzun zamandır. Hem işlevselci kurama göre onlar yanlış da değil, işlevlerini tam olarak yerine getiremeyen önermelerdir yalnızca demiyor mu Amaçlı Bir Faaliyet Olarak Tercüme adlı kitabında Christiane Nord? Yani mutlak ve kutsal Doğru’ya yapılan bir ihanet yok ortada, çünkü çevrilecek bir mutlak metin yok ve bu yüzden de hiçbir çevirinin tam, kusursuz ve nihai olma iddiası bulunamaz demiyor mu? Diyor, inandım.
İnanmak için başka nedenlerim de var aslında: İlki çok pratik, hata yapma korkusuyla çeviriye soyunmak elimizi kolumuzu bağlar. Oysa her metin gibi çeviri metinlerde çok sayıda tekrarla oluşur, her defasında bir eksiği tamamlanarak kavuşurlar son (ama hala eksikli) formlarına. Hataların bize ders çıkarma ve dolayısıyla daha iyi öğrenme, bir dahaki sefere daha kusursuz olma olanağını sunmasıdır ikinci neden. Theodore Roethke’nin “Çok yaşasın küçük sebze bahçemi/ Kaplayan otlar!” demesi bu yüzden. Üçüncü nedense ister bilimde, ister sanatta, küçük yanlışlıkların, plan dışı öğelerin devreye girmesi de diyebiliriz buna, birçok büyük buluşa yol açmış olduğunu bilmemdir. En nadide güzelliklerine yanlış bir sokağa sapıp yolunu yitirenlere saklamaz mı bir şehir? Yani şansa şans tanımaktır yanlış yapmak bir bakıma. Şiir atölyesi çalışmalarında uyguladığımız tekniklerden biriydi öğrencilere bilmedikleri bir dilde şiirler verip sesin, biçim ve ritmin yardımıyla çevirmelerini istemek. Bu çalışmalar sırasında, normalde asla yan yana kullanmayacakları sözcükleri bir araya getiren öğrencilerin, önce yadırgadıkları bu yeni bileşimlerdeki tazeliği ve enerjiyi fark edip onları nasıl sahiplendiklerini gördüm.
Benzer bir heyecanla sahiplendiğim çeviri yanlışlarım oldu benim de. Roethke’nin “Light Breather” adlı şiirini küçük bitkiler ve böceklerin belli belirsiz kımıldanışlarını konu etmesinden hareketle “Hafif Soluyan” olarak çevirmiştim. Roethke seçmelerimin çıkmasından sonra “Işık Soluyan” demenin daha doğru olduğunu fark ettim ama (biliyorum haksızlık, biliyorum bencilce!) pişman değilim, çünkü “hafif soluyan”ı çoktan benimsemiş, kendi şiirlerimden birinde kadının yaratılışını tanımlamak için “Kuşatma başlamadan yoksa orada mıydım/ Hafif hafif soluyan mı öğlen güneşinde?” şeklinde kullanmıştım bile. İkinci örneğim daha gurur okşayıcı bir yanlış: İngiliz şair ve çevirmeninin “Kahvehane Şiirleri”ni çeviriyor bir yandan takıldığım yerlerde kendisiyle elektronik posta aracılığıyla yazışıyordum. “Bunlar karanlık, karanlık zamanlar” sözleriyle başlayan şiirin sonuna doğru, şimdi İngilizce’sini hatırlayamadığım, bir dizeyi “çünkü bugün kayıplar listesindesin” şeklinde çevirmiştim. Çok iyi Türkçe bilen McKane’den gelen yanıt içimdeki çevirmenin üzüntüsünü anında unutturacak kadar sevindirdi içimdeki şairi. Çünkü ben farklı bir şeyi kastetmiştim ama senin ifaden öyle güzel ve öyle yerinde ki kendi dizemi seninkine çeviriyorum diyordu şair.
Özetlersek, çeviride yanlıştan kasıt (temelde ve yüzyıllar sonra hâlâ) aslına sadakatsizliktir. Kuramcılar bu asıl olanın gerçekliğini sorgulayarak içimize su serpmeye çalışsalar da çevirmenin yanlış yapma korkusu devam ediyor. Kusursuz uyumu temsil eden Babil Kulesi’nin yıkılışından beri çünkü, mesele, insanın gerçeklikten kurtulmaya değil, bu uyumu tekrar yakalamak için referans alacak bir gerçekliğe ihtiyaç duymasında düğümleniyor. Çevirmenin derdi ise sonsuzca ufalanmaya devam eden dünyanın iki yakasını bir araya getirip oraya bir düğüm atmak. Etrafımızı kuşatan heyelana bakın da söyleyin: Korkulmayacak iş mi? Ama çeviriler yapılıyor, kimi sınırsız bir iyimserlik diyor adına ve iflah olmaz bir saflık diyor kimi.

Hiç yorum yok: