Mehmet H. Doğan

Mehmet H. Doğan

Serbest Çeviri Üzerine


“Serbest çeviri”, “özgür çeviri” ya da “metinden bağımsız çeviri” gibi terimlerle anlatılmaya çalışılan kavram, çeviride her zaman güvenle uygulanacak bir yöntemi mi amaçlar? Ya da bunun tam karşıtı olan “sözcük sözcük çeviri” daha güvenilir bir yol mudur çeviride? İkisi de değil bana kalırsa. Serbest çeviri, sözcük sözcük çeviri gibi terimler, çeşitli uluslardan insanların yüzyıllardır birbirinin ne söylediğini anlama çabasıyla sürdürdükleri çeviri çalışmalarında, ta başından beri karşılaştıkları, ama bugüne kadar çözülemeden gelmiş, belki de hiç çözülemeyecek bir sorunu belirler bize: Bir dilden bir başka dile çeviri nasıl yapılmalıdır? Bu soruya verilen yanıtlar hiçbir zaman kesin, tek yanlı, üzerinde hiç kuşkusuz anlaşmaya varılmış bir sonuca götürücü olmadığı, olamayacağı için de bu kavram kargaşası sürüp gidecek, bu tartışma hiçbir zaman kesilmeyecektir.
Sözcük sözcük çevirinin olanaksızlığı apaçık ortada durupdururken, bu yolun en iyi çeviri yöntemi olduğunu söyleyebilir miyiz? Ne kendi dilini, ne de çevirdiği dili iyi bilen, önce kendine ve yaptığı işe güveni olmayan çeviricilerden, bir de çeviriye yeni başlamış kimselerden başkası olumlu yanıt veremez buna. Çünkü yalnızca Türkçe ve İngilizce ya da Türkçe ve Fransızca gibi cümle kuruluş yapılarının birbirinden ayrı olduğu dillerin birbirine çevrilişinde değil, İngilizce ve Fransızca gibi cümle yapısının, cümle içindeki sözdiziminin (word order) birbirine az çok benzediği dillerde bile olanaksızdır bu.
Bu güçlük ise bize herhangi bir dildeki sözcükler kadar cümle yapısının, kalıpların da o dilin tarihsel gelişimi içinde kendine özgü bir yaşamı olduğunu gösterir. Theodore Savory, Tercüme Sanatı adlı yapıtında, İngilizce en yaygın deyimlerden biri olan “There is” deyiminin Fransızcada “Il y a” (yani İngilizceye tıpatıp çevrilirse “He there has” ile, Almancada ise “Es gibt” (yani “it gives”) ile karşılanacağını söylüyor. (1) Türkçede “var-vardır”la karşılayabileceğimiz bu deyimlerin sözcük sözcük karşılıkları ise, sırasıyla “orada-dır”, “o orada sahiptir” ve “o verir” olacaktı. Aynı şekilde İngilizcedeki “He has a book” cümlesini sözcük sözcük çevirecek olsaydık “O sahiptir (ya da onun var) bir kitaba” dememiz gerekirdi. Çeviride bu kadar basit bir yöntemi uygulayacak kimsenin bulunmadığı ileri sürülebilir, ama “onun paraya gereksinimi vardı” gibi çeviri kokan, ya da “sanat, atasözünde olduğu gibi uzundur” gibi ne söylediği anlaşılamayan çevirilerle hergün karşılaşmamız olağan bir şey olduğu düşünülürse, bu tür yanlışların yapılmadığı ya da yapılmayacağı söylenemez.
Çeviride sözcüklerin sözlük anlamlarının da bize o kadar fazla yardımcı olacağı sanılmamalıdır. Çevrilen cümledeki sözcüklerin sözlük anlamlarını alıp kendi dilinin cümle yapısı içinde doğru yerde kullanan bir çevirmen de her zaman doğru bir çeviri yapmış sayılamaz. Buna ilginç bir örnek vermek istiyorum. Elimde Hamlet’in André Gide çevirisinin iki dilde basımı var; bir de Sabahattin Eyuboğlu’nun Hamlet çevirisi. Daha girişte, birinci sahnede, nöbetçilerin nöbet değişimi sırasında, Bernardo “Have you had quiet guard?” diye sorar nöbeti biten Francesco’ya. Sözlük anlamına bağlı kalarak “Sessiz (sakin) nöbet geçirdin mi?” diye çevirmemiz gerekirdi, André Gide bunu “Rien vu? Rien entendu?” gibi iki soruyla karşılamış Fransızca çeviride. Yani “Bir şey gördün mü? Bir şey işittin mi?”. Sabahattin Eyüboğlu ise “Bir şey olmadı ya nöbetinde?” demiş. Askeri konuşmalara daha alışkın olan bir başka çevirmen aynı cümleyi “Nöbetin nasıl geçti?” diye de çevirebilirdi. Bütün bunlar bir dereceye kadar kabul edilebilir çevirilerdir. Asıl olan, iyi bir çeviriden beklenen şey, her dilde, askerlerin nöbet değiştirirken böyle bir soruyu birbirine soruş biçimine yakın bir şey söylemektir.
Aynı çeviriden bir başka örnek vereyim. Birinci perde üçüncü sahnede Ophelia, Laertes’e, “I shall the effect of this good lesson keep / As watchman to my heart” der. Tıpkısı çeviri yolunu izlersek “Bu güzel dersin etkisini kalbime nöbetçi olarak saklayacağım” diye çevirebiliriz. Gide şöyle çevirmiş: “Je resterai sensible à to bonne leçon; / Elle veillera sur mon coeur”. (Güzel dersine duyarlı kalacağım / Kalbine göz kulak olacak o.) Eyuboğlu ise Türkçe bir deyimle karşılamış bu dizeyi: “Güzel öğütlerin kulağıma küpe kalacak.” Belli ki, Türkçede, “güzel bir dersin ya da öğüdün kalbe nöbetçi olması” gibi bir deyimin olmadığını, bu nedenle okuyucuya fazla bir şey demeyeceğini düşünmüş ve “öğüdün kulakta küpe olarak kalması” gibi Türkçede yaygın bir deyimi yeğlemiş.
Buradan, özgün metin yazarının nasıl söylediğinin değil, ne söylediğinin daha önemli olduğu, çevirilirken daha çok bunun göz önünde tutulması gibi bir sonuç çıkarılabilir mi? Yani biçimden önce özü mü alacağız çeviride? Yazarın bir duyguyu, bir bildiriyi anlatışı, iletiş biçimi ilgilendirmeyecek mi bizi?
Bir dildeki, o dile özgü deyimler, sözcüklerin kullanılış biçimi, taşıdığı değişik anlamlar bir yazının, bir yapıtın biçimini oluşturuyorsa, evet. Ama biliyoruz ki, biçim bu değildir. Biçim, sözcüklerle, cümle kuruluşuyla sınırlandırılamaz. Öyle olsaydı, biçimin yazara ve öze göre değil, dillere göre değişmesi gerekirdi. Bir başka deyişle biçimi, özün ya da yazarın kendisi değil, kullanılan dilin (İngilizce, Fransızca, Türkçe … vb.) kendisinin belirlemesi gerekirdi. Oysa yoktur böyle şey. Biçim, dilden, dilin kullanılışından daha başka şeyleri içerir. Biraz sonra, serbest çeviri konusunda tekrar döneceğiz buna.
Yukarda verdiğimiz örneklerdeki zorunlu değişikliklerin, yazarın söyleyiş biçiminden ya da yapıtın kendine özgü biçiminden çok, dillerdeki deyimlerden ve benzeri kullanım ayrılıklarından geldiğini söyleyelim şimdilik. Bunun dışında, bir başka dile çevrilirken, sözcüklerin anlamında, cümlenin zamanında hiçbir değişikliğe uğratılmadan, çevirinin yapıldığı dildeki sözcük karşılığında verilmesi gereken cümleler de vardır ve bunlar büyük yer tutar asıl metinde. Örneğin, Carson Mc Cullers’ın Yalnız Bir Avcıdır Yürek romanının ilk cümlesi: “In the town there were two mutes, and they were always together”, ister Türkçeye, ister Fransızcaya çevriliyor olsun üzerinde fazla değişiklik gerektirmeyecektir. Town”, “mute”, “always”, “together” gibi ana sözcüklerin anlamlarını özgün cümledeki zamanda verince doğru bir çeviri yapmış oluruz: “Kasabada iki dilsiz vardı, her zaman birlikte görürdünüz onları” diyebiliriz. Bir Fransız ise aynı cümleyi “Il y avait dans la ville deux muets que l’on voyait toujours ensemble” diye çevirecektir.
Bir başka soru soralım şimdi: Bir çevirmen, bir cümleyi, özgün dildeki sözcüklerin anlamlarını aynen aktarmadan, fakat özgün dilde söylenen şeyin kendi dilinde nasıl söylendiğini düşünerek söylüyorsa, serbest çeviri mi demektir bu?
Hiç kuşkusuz, hayır. Amacı, okuyucunun “yapıtın asıl yazıldığı dile ait bilgisizliğini yenmek, okuyucu ile yapıt arasındaki dil engelini ortadan kaldırmak” olan çeviri için bir bakıma zorunluluktur bu. Çevirmenin ilk işi (ama tek değil), çevirdiği yapıtta ne anlatıldığını, ne söylendiğini en anlaşılır biçimde okuyucuya aktarmaktır. Bunu yaparken, çevirdiği dili iyi bilmesi gerektiği gibi kendi dilinikullanmayı, kendi dilinin anlatım olanaklarını da iyi bilmesi gerekir. Bu hem çevirdiği yazarın yapıtına, hem okuyucuya, hem de kendi diline olan borcudur, yükümlülüğüdür çevirmenin. Yazara olan borcudur, çünkü söylediğinin anlaşılmamasını, eksik ya da yanlış anlaşılmasını isteyecek bir yazar düşünülemez. Okuyucuya karşyı borcudur, çünkü dilini bilmediği bir yazarın bir yapıtını eline alan bir okuyucu onu doğru olarak anlamak ister. Giderek kendi diline olan borcudur, çünkü çeviri yapmak da özgün yapıt yaratmak kadar yaratıcılık işidir ve dili zenginleştirmeyi amaçlar, yoksa çeviri yapıyorum diye kendi dilini bozuk kullanmayı değil.
Yanılsama ve Gerçeklik”i çevirirken, basit bir şiir diliyle yazılmış –daha doğrusu kuşaktan kuşağa aktarılmış- İngilizce bilgeliklere rastladım. Yazar “bu bilgeliklerde ritmin işlevinin belleği güçlendirmek”, dolayısıyla bir bilgeliğin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlamak olduğunu söylüyordu. Bunlardan biri şöyleydi: “Ne’er cast a clout / Till May is out.” Bunu Türkçeye tıpatıp çevirmiş olsaydım, “Mayıs çıkıncaya kadar hiçbir zaman elbiselerini çıkarma” gibi takur tukur bir cümle çıkacaktı ortaya. Oysa çok eski zamanlara ait bu türlü bilgeliklerin, atasözlerinin, tıpkısı olmasa da bir benzerinin her dilde olabileceği varsayımından yola çıkarak sözlükleri karıştırdım. Buldum da. Hatta benzerini değil, hemen hemen aynını: “Dut yaprağını açtı, soyun; döktü, giyin” diyordu bizim atasözünde. Öylece çevirdim, iyi de ettim sanıyorum.
Savory, adını andığımız kitapta bunun bir başka örneğini veriyor. Almanca, “Mit Wölfen muss man heulen” atasözünün sözcük sözcük çevrildiğinde “Kurtlar arasında insan havlamalı!” gibi bir şey söylenebileceğini, bir İngilizin bunu saçma karşılayacağını, oysa yazarın demek istediğinin “When in Rome, do as Rome does” (Roma’da Romalı gibi davran) olduğunu, atasözü bu biçimde çevrilirse ne demek istendiğini bir İngilizin daha kolay anlayacağını söylüyor.
Amerikalılar, anlamını hemen kavrayamadıkları bir söz için “Bu söz bana bir şey anlatmadı, bir şey anımsatmadı” anlamında “Didn’t ring a bell”’ der. İyi bir çeviri, okuyucunun kafasında “bir çanı çaldırmak” zorundadır.
Söylenen şeyden, söyleyiş biçimine geldik.
Aslına bağlı (sadık) bir çevirinin sözcük sözcük çeviri olmadığını; bunun tersine, sözcük sözcük çeviri yapmamanın ise serbest çeviri diye adlandırılamayacağını söyledik. Doğru (sadık) bir çeviri, yapıtın söyleyiş biçimine bağlı kalmalı mıdır?
Bunu genel olarak anlatım biçimi, dili bir kullanış biçimi olarak da alsak, yazarın kişiliğini belirleyen bir biçem (üslup) olarak da alsak yanıtımız değişmeyecektir. Çevirmen, yazarın söylediğini en doğru bir şekilde aktarmak zorunda olduğu gibi aslına en yakın bir biçemde (üslupta) de anlatmak zorundadır. Bilimsel bir metni masal diliyle vermek ne kadar yanlışsa, çeviride bir yazarın biçeminin yitirilmesi de o derece yanlıştır. Bir yazarın biçemi, sanatçı kişiliğinin ayrılmaz bir yanıdır. Yazar, anlatmak, duyurmak istediklerini, kullandığı, özenle seçtiği sözcüklerle olduğu kadar yarattığı biçimle, biçemiyle de dile getirir. Kafka’nın bağlaçlarla, virgüllerle, noktalı virgüllerle, kimi zaman çizgi işaretleriyle uzayıp giden, çağrışımlarla yüklü, anlaşılması güç uzun cümlelerini düşünelim. Bu onun doğal anlatım biçimidir. Doğal diyorum, çünkü Kafka’nın bunalım içindeki kişiliğinin yazarlığına yansımasıdır. Bu bunalım, dile getirdiği şeylerde olduğu kadar bu anlatış biçiminde de kendini gösterir. Bu nedenle bir Kafka çevirmeninin, ister kendine isterse okuyucuya kolaylık olsun diye Kafka’nın biçemini bozması, uzun cümleleri kısa kısa cümlelerle vermesi, çağrışımları yok ederek apaçık bir metin ortaya koyması bağışlanamaz. Böyle bir davranış bir tek şeyle nitelenebilir: Kafka’ya ihanet.
Yapıtlarında anlatım biçiminin çok önemli, öz’le içiçe olduğu bir başka yazar alalım. Faulkner, kişilerinin ruhsal gerginliklerini, zihinsel durumlarını, olaylardaki karmaşıklığı, geriye dönüşleri, anımsamaları, çağrışımları yazı ve konuşma dilindeki mantıksal düzeni bozarak, karmaşık bir söz dizimi ile verir. Örneğin, Ağustos Işığı(nda, Joe Christmas’ın acılı olaylarla geçmiş karmaşık çocukluğunu anımsayışı şöyle verilir:
“Bellek inanır bilmek hatırlamadan önce. Ansımaktan daha uzun zaman inanır, bilmekin düşünmesinden bile daha uzun zaman. Bilir hatırlar inanır bir koridor bir büyük uzun kuleli soğuk yankılanan binada koyu kırmızı tuğladan kurumla dönük kendisininkinden fazla bacalar yüzünden, otsuz çakıl serpili döşeli bir arsada yerleşik tüten fabrika varoşlarıyla çevrili ve bir islahhane ya da hayvanat bahçesi gibi on ayak boyunda çelik –ve- tel çitle kuşatılmış ve burada rasgele kararsız dalgalanmalarla, serçe gibi çocuk titremeleriyle, tıpkı eş ve mave pamuklular içinde öksüzler içine ve dışına hatırlayışın ama bilmekte devamlı kasvet duvarlar gibi, kasvet pencereler gibi ki buradan yağmurda yıldan yıla komşulayan bacalardan kurum çubuklanırdı kara gözyaşları gibi. (2)
Uzun yıllar öncesinde kalmış beş yaş çocukluğunun bir sis perdesi gerisinden, unutuşun, anımsayışın sisleri arasından verilişini, yukardaki gibi başarılı bir biçimde değil de bütün cümleleri mantıksal bir düzene sokarak çevirdiğini düşünelim bir çevirmenin! Yazara, yapıta saygısızlığın ötesinde, çeviri değil tam bir başarısızlık olurdu bu.
Aynı şey yalnızca Ka fka gibi, Faulkner gibi, Joyce gibi büyük üslupçular için değil, bütün yazın yapıtları için de geçerlidir. Çevirmen, çevirdiği yazarın kişisel biçemini elden geldiğince titizlikle gözetmek zorundadır.
O zaman bir kez daha dönelim baştaki sorumuza: Serbest çeviri, çevirmenin, yazarın anlatım biçimini, biçemini göz önüne almadan yaptığı çeviri midir öyleyse? Hemen yanıtlayalım: Böyle bir çeviri, “serbest çeviri” değil, olsa olsa bozuk bir çeviri olur, yanlış bir çeviri olur; ya da en iyi niyetlerle söylersek, çeviri değil, belli bir olayı, konuyu aktarmacılık olur. (3)
Sonuç olarak, ne serbest çeviri ne de sözcük sözcük çeviri terimlerinin başlı başına uygulama alanı olan kavramlar olmadığını, çeviride bir yöntem olarak ileri sürülemeyeceğini; “çeviri nasıl yapılmalıdır?” sorusuna yanıt aranırken uydurulmuş, kapsamı çok dar kavramlar olduğunu ileri sürebiliriz.
Bir çeviride asıl aranması gereken şey, gerek özü gerekse biçimiyle özgün yapıtı doğru olarak aktarıp aktarmadığı, yani “aslına uygun”, “aslına bağlı (sadık)” bir çeviri olup olmadığıdır.
Bunun ölçüsü ne olacaktır?
Theodore Savory’nin örneğiyle bitirelim sözümüzü:
“Mütercimin ulaşmak istediği ideal Ritchie ve Moore tarafından o kadar iyi anlatılmıştır ki sözlerini iktibas etmeden geçemeyeceğim: Farz edelim ki Ruskin’in karakteristik bir sahifesinin sadakatli bir tercümesini yazmaya muvaffak olduk. Sonra bunu tenkit etmeleri için iki iyi tahsil görmüş Fransız dostumuza verdik. Bunlardan biri İngilizceyi hemen hemen hiç bilmiyor, ötekisi ise dilimizi çok iyi biliyor. Birincisi “Güzel bir tasvir! Kim yazmış bunu?” ikincisi ise “Pasajı hatırlamıyorum, ama bu mutlaka Ruskin’den olacak, derse, üslup bakımından tercümemizin idealimizden pek uzak olmadığına güvenebiliriz. (4)




(1) Theodore Savory, Tercüme Sanatı, s.8, çev.; Hamit Dereli, M.E.B. Yayınları, 1961
(2) William Faulkner, Ağustos Işığı, s. 102, çev.; Murat Belge, Cem, 1968
(3) Halikarnas Balıkçısı’nın, Upton Sinclaire’in “Tan Cep Kitapları” dizisinde çıkan Sanayi Kralı’nı nasıl çevirdiğini dinlemiştim kendisinden. Sinclaire’in sözü uzattığı ya da yanlış bir takım şeyler söylediği yerde Balıkçı’ya atlıyormuş fazlalıkları ya da Sinclaire yerine kendisi başlıyormuş konuşmaya. Daha da zorlanırsak, “serbest çeviri” işte budur da diyebiliriz.
(4) T. Savory, a.g.y., s. 40-41.
Not: Bu yazı Türk Dili Aylık Dil ve Yazın Dergisi, Çeviri Sorunları Özel Sayısı’ndan alınmıştır.

Hiç yorum yok: