Feyza Hepçilingirler

Feyza HEPÇİLİNGİRLER

K Ö T Ü Ç E V İ R İ N İ N T Ü R K Ç E Y E E T T İ K L E R İ


Kaynak metne ne kadar sadık kalınması gerektiği, çeviride özgürlüğün sınırları, yabancılık duygusu yaratmanın gerekliliği ya da zorunluluğu, dilsel aktarımın kültürel farklılığı yansıtıp yansıtmadığı ve çeviri alanında akla gelebilecek daha pek çok konu başlığı… Kuşkusuz tümü de çok önemli; ama ben, çeviri alanında tarafsız olma iddiasında değilim. Hatta tam tersine tarafım ve tek açıdan, Türkçe açısından bakıyorum çeviriye; çeviri yoluyla Türkçeye gelenlerle ilgileniyorum. Daha çok da bu gelenlerin Türkçeye neler ettiğiyle. Nereden geliyor, denirse yanıtlamak kolay: En çok İngilizceden geliyor. Çevirilerin çoğunun İngilizceden yapıldığını, özgün dilleri İngilizce olmayan yapıtların (Yapıt sözcüğünü en geniş anlamıyla kullanıyorum. Yalnız edebiyat ürünlerini ve kitapları değil, filmleri, dizileri, reklamları da katıyorum bu sözcüğün içeriğine) birçoğunun da İngilizceden çevrildiğini düşünürsek, çeviri yoluyla gelenler yerine, İngilizceden gelenler bile diyebiliriz pekâlâ. Türkçe mantığını zedelemediği sürece İngilizceden aktarılan söz kalıplarının Türkçe için yeni anlatım olanakları yaratabileceğinin farkındayım. Böyle örnekler, yerlerini çabucak buldukları ve bir gereksinmeye cevap verdikleri için, dilde hep varmış gibi doğal karşılanıyor, göze batmıyor. İşte dilsel alışveriş yoluyla Türkçeyi zenginleştirenler bunlar. Çeşitli söz kalıpları, sözdizimi örnekleri, terimler, değişen yaşam koşullarının dayattığı nesne ve durumlara verilen adlar, Türkçesi olmayan kavramlara bulunan Türkçe karşılıklar… Yabancı karşılıklarıyla dile buyur edilmek yerine, Türkçeleri bulunduğu sürece bunlar hep dilimizi geliştiren, çağa uyduran, zenginleştiren etkileşimler. Türkçenin sözdizimini ters yüz etmekle birlikte, yine de farklı bir çeşni katan ki’li tümcelerin de Türkçeye çok boyutlu bir anlatım olanağı sağlayan devrik tümcenin de çeviri yoluyla geldiğini unutmuyorum bu arada. “Çevirinin Türkçeye Katkıları” başka bir yazının konusu olabilir; ama bu sevindirici olanın karşısındaki durum; yani “Çevirinin Türkçeye Ettikleri” ivedi önlem alınmazsa Türkçe için yaşamsal tehditler oluşturacak boyutta ciddi bir tehlike. İşte bu yüzden olumlu örneklere değil, olumsuzlara bakmaya, neyi, hangi bakımdan tehdit ya da tehlike olarak gördüğümü, dilimin döndüğü kadar, anlatmaya çalışacağım.

Türkçenin mantığı, matematiksel yapısı, sağlam kurgusu için tehdit oluşturan aykırı kullanımlar, olumlu örneklerle karşılaştırılamayacak bir yayılma hızıyla Türkçede anlamsal kaymalara, zorlamalara yol açmakta ve kötü etkileri belki de bir daha onarılmayacak hasarlar meydana getirmekte. Bu aykırı kullanımlar, çeviri yoluyla Türkçede dolaşıma sokuldukları andan itibaren, ABD’nin bütün dünyada estirdiği kültürel benzeştirme, kendi yaşam biçimine özendirme rüzgârını arkalarına alıp bir özenti halesiyle çevrili olarak yayılıyor; olağanüstü etki gücüne ulaşıyor. Sonrasında gündelik dili etkileyecek, en umulmadık kişilerin ağzından duyulacak, edebiyat diline girecek, bilim diline sızacak, kitle iletişim araçları tarafından yaygınlaştırıldıkça önlenmesi değil, karşı çıkılması bile olanaksızlaşacak; kalıcı etkiler yaratabilen bir moda haline dönüşecek; hatta dönüştü, dönüşüyor. Yeni kuşakları, içinde hiç yabancı sözcük bulunmayan bu kullanımların Türkçeye ait olmadığına, Türkçenin iç işleyişini bozduğuna inandırmak gitgide zorlaşıyor. Daha da zorlaşacak. Kulak alışıyor, el alışıyor, dil alışıyor. Türkçe için, yabancı sözcüklerin akınından daha boyutlu ve daha ciddi bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor.

“En iyi yedinci finalistimiz, en iyi beşinci yarışmacımız” biçimindeki kalıp, televizyonlardaki birtakım yarışma programlarında duyulmaya başladı önce. Belki daha önce girmişti Türkçeye; ama yaygınlaşması o yarışma programlarıyla oldu. Sonrasını tahmin etmek hiç zor değil. Toplumun her katmanına büyük bir hızla yayıldı. AKP’nin seçim afişlerine bile girdi. “Avrupa’nın en büyük 6. ekonomisi olduk.” diye yazıldı o afişlerde. Olsun, gelsin, ne olur, denebilir mi? “En büyük, en iyi, en güzel”, Türkçede “tek”lik anlamıyla birlikte algılanmaz olacak artık. Oysa öyledir. “En büyük” denmişse bir şey için, ondan daha büyüğü yok ve o şey, büyüklükte biricik demektir. Büyüklük sıralamasında beşinci, altıncı olunabilir; ama beş tane, altı tane “en büyük” olmaz. Ne yazık ki bu kullanım, Türkçenin güzelim mantığında bir kara delik olarak yaygınlaşmasını sürdürecek.

“Hepsi, tümü, bütünü” gibi sözcükler kapsayıcı bir üst sınır çizer Türkçede. Bir şeyin “hepsi” söz konusuysa dışarıda tek bir eleman bile kalmamış demektir. “İnsanların tümü” dedikten sonra “Bir de zenciler” derseniz, zencileri, insan kapsamında görmüyorsunuz demektir. Öyleyse “Hepsi ve daha fazlası”, “Tümü ve daha fazlası” gibi söyleyişler nedir? Türkçenin matematiksel küme mantığını zedelemiyor mu bunlar?

“Bir” sözcüğüyle ilgili bollukta da İngilizcenin etkisi var. “Ben anneyim. Çocuğum için her şeyin iyisini isterim.” demesini beklediğimiz anne, “Ben bir anneyim.” diye söze başlıyor. “Ben bir diş hekimiyim. Ben bir doktorum.” vb. yerine “Öğretmenim. Doktorum.” demiyor muyduk düne kadar? Türkçe mantığına göre bakarsak, sondaki ekeylem birinci kişi eki, doktorluğun, konuşan kişinin mesleği olduğunu söylemeye yeter. “Ben” diyen kişi de “bir” olduğunu belirtmeye gerek duymaz. İngilizcede “I’m a doctor.” deniyor olabilir; ama Türkçede mesleğini söyleyen kişi, “Doktorum” dediğinde hem “ben”, hem de “bir” demiş olur. İngilizcedeki “a / an” karşılığı olarak arttığını sanıyorum bu “bir”lerin. “Sanıyorum” der demez durmak gereğini duydum. “Sanırım” ve “umarım” bolluğuna da dikkat çekmekte yarar var. “Umarım” bir çeşit kaymayla “inşallah” sözcüğünün yerine geçti. Belli durumlar için yeğlenebilecek bir seçenek. Hiçbir sakıncası yok; ama “sanırım”lar öyle değil. “Sanırım seni kucaklamak istiyorum.” diyorsa biri; orada Türkçe sorunu var. Kucaklama isteği, o anda duyumsanan bir coşkuyu dile getirirken “sanırım” sözcüğü, bıçak gibi kesiyor o coşkuyu. Konferanslarımda bu örneği vermişsem, ardından gençlere, “Böyle diyen birine kendinizi asla kucaklatmayın. Gerçekten kucaklamak isteyip istemediğinden hele bir emin olsun.” diye uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyorum. Bu “sanırım”, “galiba, herhalde, belki de” gibi sözlerin yerine kullanılıyor artık ve kötü olan yan şu, onları kullanılmaz duruma getiriyor. Anlamsızlığa yol açması da cabası. Aşağıdaki karşılıklı konuşma bunun örneği:

— Sanırım uzay gemisinin bir parçası Lex’te.
— Emin misin?

“Sanırım.” diyen birine “Emin misin?” diye sorulursa bu Türkçe olmaz; aptalca olur.

Ya şu karşılıklı konuşma Türkçe açısından ne kadar doğal?

— Hatırlayabileceğimi sanmıyorum.
— Tabii ki hatırlıyorsun.

Karşısındaki, hatırlayamayacağını sanan kişiden daha iyi bilebilir mi onun hatırlama kapasitesini?

İngilizceye uyan bir söz kalıbı Türkçeye çevrildiğinde gülünç olabilir.

— O adam bir pislik.
— Neden?
— Neden bir pislik olduğunu duymak ister misin?

Şöyle bir karşılıklı konuşmada ise anlamsızlığın dışında “evet / hayır” sorunsalı da var:

— İki hafta sonra ne oluyor?
— Öğrenmek istemezsin.
— Hayır, öğrenmek istiyorum.

“Evet / hayır” kullanımlarında İngilizce ve Türkçe kimi zaman ters düşebiliyor.

— Bu iş böyle sürüp gitmeyecek, diyen birine, İngilizcede “Evet, sürecek.” denebilir. O iş konusunda inat eden biri ise Türkçe konuşuyorsa “Evet, sürecek.” değil, “Hayır, sürecek.” der.

“Boş ver. Aldırma. Sorun değil. Üstünde durma.” anlamları yerine “Unut gitsin” denmeye başlandığının farkında mıyız?

“I’m sorry”ler “Üzgünüm” diye çevrilmeye başlandığında kimsenin aklına karşı çıkmak gelmemişti. Oysa “üzgünüm”, ekeylemin geniş zamanıyla çekimlenmiş bir addı ve o anda duyulan pişmanlığı, özür dileme isteğini değil, daha ağır bir durumu, geniş bir zaman dilimine yayılan ve kolayına düzelmeyecek üzüntülü bir hali anlatırdı. Şimdi artık bu anlama gelmiyor.

“Deli mi bu adam? Hiç öyle şey denir mi? Hiç böyle bir şey yapılır mı?” Türkçenin doğal kullanımıyla böyle ifade edilmesi gereken durumlar için de Türkçeye yabancı ve aykırı kalıplar kullanıldığı oluyor. “Bu işi yapmak için çıldırmış olmalı.”, “Bunu demek için çıldırmış olmalı.” vs.

Son zamanlarda duyduğum bir kalıp da şu: “Ben bunu hak etmek için ne yaptım?” Bir kötülükle karşılaşmanın hak edilip edilmediğini sorgulatan bu söz, başka bir yaşam tarzının ürünü olduğunu ele vermiyor mu? Müslüman Türklerin dilinde bir cezanın hak edilip edilmemesi diye bir anlayış var mıydı? Başa gelen şey, kaderdi; hak edilip edilmediği sorgulanmadan çekilirdi.

İngilizceden olduğu gibi çevrildiği için Türkçede yabancı duran kalıplardan biri de “Why don’t we…” kalıbı. “Neden yarın öğle yemeğinde buluşmuyoruz?” diye dile getirilen önerinin Türkçesi “Yarın öğle yemeğinde buluşalım mı?” ya da daha içten bir istek için, “Hadi, yarın öğle yemeğinde buluşalım.” değil midir? Türkçede, “Neden şöyle şöyle yapmıyoruz?” diye sorulduğunda en doğal karşılık, “Neden yapalım?” olmaz mı?

“Senin kalbini kırmak istemem.”, “Sen kalbini kırmak istemediğim bir kişisin.”, hatta “Sen kalbini kırmak istemediğim biricik kişisin.” yerine çoktandır, “Sen kalbini kırmak istediğim en son kişisin.” denmeye başlandı. Neden aykırı Türkçeye? “Sen kalbini kırmak istediğim… “bölümünü duyar duymaz, Türkçe bilen, Türkçeyle düşünen biri, bunu hemen, “Benim kalbimi kırmak istiyormuş demek ki” diye algılayacaktır da ondan. Sözün gerisi yalnız kaçıp kurtulma olasılığı bulunduğunu anımsatmaya yarar. Mademki en son kırılacakmış, hâlâ zaman var, kırılmaktan kurtarılabilir o kalp.

Çoktandır televizyon dizilerinde (YERLİ TV dizilerinde) kullanılan çeviri Türkçesi kalıpları da var. Ağanın karısı, kocasına övgüler düzmek istediğinde, “Sen bir kadının başına gelebilecek en güzel şeysin.” diyebiliyor. Oysa “eşya” sözcüğünün tekili olan “şey” sözcüğü, nesne anlamı taşır ve Türkçede insan için kullanılmaz. “Başa gelmek” deyimiyle ise yalnız olumsuz durumlar anlatılır. Hem “en güzel” olup hem “başa gelen” bu “şey” aslında o ağanın değil, Türkçenin başına gelmiş olmuyor mu?

Gizli bir tehlike bu; ama çok ciddi. Tabelalardaki yarı İngilizce yarı Türkçe kırık dökük dili, kendini “elit” satmaya çalışan kimi kendini bilmezlerin Amerikanca özentili konuşmalarını / yazmalarını tehdit olarak görmeyi anlamsızlaştıracak kadar ciddi. Çevirmenlerin işlerine özen göstermelerini istemekten, EN AZ kaynak dile gösterdikleri özeni Türkçeye de göstermelerini dilemekten başka çare gelmiyor aklıma. Bir de yitirmeye başladığımız şeyin ne kadar önemli olduğunun farkına varmamız. Türkçe yaşayacaksa yüzyılların hoyrat kullanımına direnen sağlamlığıyla yaşamalıdır; İngilizcenin boyunduruğu altında, ruhsuz bir dil olarak değil.

Hiç yorum yok: