Sevin Okyay

Sevin Okyay

Başka dille söylemek...

Çeviri bir onur işidir. Bir dille söylenmiş bir şeyi en doğru şekliyle başka bir dille söyleme sorumluluğudur. Bunu yapmak bir de insana keyif veriyorsa, başka ne isteriz ki? Belki yazmak... Başka birinin yazdıklarını çevirmek yerine kendisi, kendi diliyle yazmak... Ne var ki bu da her zaman mümkün olmayabiliyor.

Ben kırk yılı aşkın süredir çeviri yapıyorum. Onda biri bile elimde değil. Yazılar konusunda da böyle bir ihmalkârlığım vardır zaten. Yazı neyse de, insan kitaplar kütüphanesinde dursun istiyor doğrusu. İçlerinde, çevirdikten sonra basılmış halini hiç görmediğim bir tane bile var. Ama sanırım son on yıldakiler eksiksiz olarak bende. Elimde olmayanlardan çok sevdiğim bir Howard Fast vardır, adı “Yapayalnız”dı galiba. Hayli makas yemişti, çünkü yayıncı yirmi formadan fazla kâğıt harcamak istemiyordu. Bir dönemmiş, işte. Umarım artık yapılmıyordur. Yıllar öncesinden kalma, üçte biri kırpılmış, atlanmış kitaplardan örnekler hâlâ duruyor. Artık yapılmadığını umduğum bir şey de, klasiklerin bedavadan tercümeleridir. Çevrilmiş bir kitabı alır, her sayfada iki kelime değiştirir, uyduruk bir çevirmen adıyla yayımlarlardı. Yasalara göre, her sayfadaki iki farklı kelime, çevirinin de farklı olduğunun kanıtıydı. Geriye kalan bütün “aynı”lıklar, tesadüf sayılıyordu.

İlk çevirimi (yıl 1963 olmalı, ya da ’64) Arkın Yayınları’na yaptım. Altmış küsur kitaplık bir diziden (sanırım) bir kitaptı: İnsan Vücudu. Canım çıktı, Pars Tuğlacı’nın “Tıp Sözlüğü”nü satır satır okumuşumdur herhalde. Editörüm Rekin Teksoy’du, ama bu bahtsız olayı hatırlamıyor. İkincisi, İnkılâp’a bir Georgette Heyer kitabı... Çok komikti, harikaydı ama 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinde geçiyordu ve kahramanlardan biri o dönemin Londra hırsız argosuyla konuşuyordu. Rızapaşa Yokuşu’ndaki Redhouse Kitabevi’nden muhtelif argo sözlükleri bulmuştum; İngilizce’den İngilizce’ye, tabii. O kitabın hakkından geldikten sonra, hayatta hakkından gelinmeyecek kitap olmadığını, yalnızca bazılarını çevirmenin çok daha zor olduğunu ve daha uzun sürdüğünü öğrendim. Ne yazık ki basılmadı.

Hayatta yaptığım en zor üç çevirinin üçünü de YKY’ye yaptım. Bir Bruno Schulz hikâyesi (lanet olsun, adını hatırlamıyorum; “Gergedan”a yapmıştım), Bir J.D.Salinger kitabının yarısı olan “Seymour: An Introduction” (Hatta editörüm bile cümlelerin bazılarının kanırttığını söyledi. Ama ne yapayım ki, İngilizce’si de kanırtıyordu) ve Kutlukhan Kutlu ile birlikte yaptığımız “Dictionary of Imaginary Places / Hayali Yerler Sözlüğü” (Alberto Manguel, Gianni Guadalupi). Sonuncudan ayrıca bahsedeceğim, çünkü hayatımızın üç buçuk yılını aldı. Az basıldı, ama ikinci baskı yaptı, çok şükür. Gördüğüm en güzel kitaplardan biridir. Ne var ki, çevirirken nefret etme düzeyine gelmiştim.

Çeviri nankör iştir, bütün bir kitabı özenle çevirirsin. Sonradan yerli yerine oturmamış iki-üç kelime görür, kendine kahredersin. Ya da bir bakarsın, birisi ya kitabın farklı bir çevirisinde veya başka bir kitapta aynı kelimeyi/deyişi çevirirken daha iyi bir karşılık bulmuş... Kimileri bilgisine/hafızasına güvenir, sözlüğe az bakar. Ben çok bakarım. Yazar kalkmış, bir kelimeyi kullanırken onun on altıncı anlamını kastetmiş olabilir, nereden bileceksin? Ayrıca, özellikle Harry Potter / Manguel gibi çevirilerde (aslında hepsinde) kendime küçüklü büyüklü “glossary”ler, gerekiyorsa listeler yaparım. Hatırlıyorum da, “Hayali Yerler Sözlüğü”nde ilk altı ayımız İngilizce olarak alfabe sırasına konmuş maddeleri Türkçe’ye çevirip yeniden alfabe sırasına koymakla, ama daha da çok, çeşitli listeler yapmakla, göndermeler saptamakla geçmişti. Liste sorumlusu bendim, deli pösteki sayma işlerini severim. Ancak, Manguel ve Guadalupi’nin kılavuzluk ettiği yerleri yazan yazarların kitaplarını alma girişimimiz, bunlardan birinin değerinin 500 dolar olduğunu görmemizle sekteye uğradı. Bu çeviride, gerek düzeltme, devamlılık sağlama olarak, gerek olur olmaz eski (bir kısmı “namevcut”) kitapları temin etme yönünden, editörümüz Selahattin Özpalabıyıklar’ın çok yardımı oldu. Başka bir editörle ne yapardık, bilmiyorum. Aynı şekilde, Harry Potter kitaplarında Ayça ve Betül’ün de çok yardımını görmüşüzdür. Demek ki, çevirmen için önemli şeyler arasında işine sevgiyle bağlı, yetkin bir editörün varlığını da saymak gerek.

Bir de, mümkünse, her iki dili bilmek gerekiyor. Yani, bundan aşikar bir şey olur mu derseniz eğer, sizi piyasadaki çevirilerin büyük kısmını okumaya davet edebilirim ki, size yazık olur. Biz bir aralar, çok okuduğu için bağrı çok yanmış birkaç kişi, işi sadece birbirimizin çevirilerini okumaya, ya da içimizden birinin tavsiye ettiği genç çevirmenlerin çevirilerini okumaya kadar vardırmıştık. En azından, özgün metnin kırpılmadan, bölümleri atılmadan çevrildiğinden emin oluyorduk, türkçeler de kulak tırmalamıyordu. Bu kırpılma işi maalesef şimdi bile yapılıyor. Bazen bir bölümü (diyelim ki, bambaşka bir şey için; ya da meslektaşınız belli bir şeye ne demiş kabilinden makul bir merakla) orijinaliyle karşılaştırdığınız zaman, o meslektaşın paçası sıkışınca bir cümleyi, birkaç cümleyi, hatta bir paragrafı gözünü kırpmadan atmış olduğunu görüyorsunuz. Aslında bunu yapanların afişe edilmesi gerektiğini düşünüyorum ama, insan yıllarını şöyle ya da böyle bu mesleğe vermiş kişilere de her şeye rağmen kıyamıyor.

Çeviri üzerine bir yazı, siz neye uğradığınızı anlayamadan, on beş sayfaya ulaşabilir. Onun için, en iyisi burada kesmek. Her iki dili de bildiğinizi varsayarsak, öncelikle yazarın ne dediğinin (ya da şairin; öyleyse, kolay gelsin) anlaşılması gerekiyor. Bazı kitaplarda bu işi sadece kendi bilginizle, sözlük yardımıyla halledemiyorsunuz. İş ansiklopedilere, sair kaynaklara kadar uzanıyor. Harry Potter’da genellikle böyle olur. Eh, ne yapalım? Dedik ya, çeviri nankör bir iştir. Onun ne dediğini anladıktan sonra da bunu kendi dilinizde (Türkçe’ye çevirdiğinizi varsayıyorum) anlatmalısınız. Kendi dilinizi de iyi kullanarak. Anlaşılmayı sağlayacak minik değişikliklerin, hatta “Seymour: An Introduction”ı yaparken bundan kaçınmış olsam da; bazen anlamayı kolaylaştıracak cümle bölmelerin mübah olduğunu düşünüyorum. Her şeyin üstünde, yazarın üslubunun üstüne kendi üslubunuzu oturtmaya kalkışmamak gerek. Can Yücel’i çok sevsem de, “Türkçe söylemek” olayına bu yüzden karşıyım. “Bir ihtimal daha var,” zekice bir buluş olmakla birlikte ne yazık ki “To be or not to be”yi karşılamıyor. Shakespeare gibi yazarlarda bir de şiirsellik meselesi var, tabii. Çok doğru düz çeviri yapan bazı kişiler, ne yazık ki onun efsunundan uzak kalmış. Ama şiir çevirisi bambaşka bir şey, üzerine ahkâm kesmek de benim haddim değil. Zaten bizim sözümüz doğru çeviriler yapanlara değil, bu zahmete girmeyenlere ya da sahiden ehil olmayanlara. Bırakın, insanlar sevdikleri yabancı yazarları bu işi ciddiye alan, onları da seven kalem erbabının kaleminden tanısın. Yoksa özgün metnin sahibini hiç hak etmediği nefret oklarına hedef kılabiliyorsunuz.

Hiç yorum yok: