Mel Kenne

MEL KENNE

İngilizce’den çeviren: Erkan Efil

Bir Şiir Çarpı İki

kaç eder? Bir şiir çevrildiğinde, çevirmenin yaptığı iş, şiirin temel özelliğini nasıl etkiler? Çeviri süreci farklı bir şiirle mi, birbirinden farklı iki şiirle mi yoksa iki şiir arasında bir yerde bir şiirle mi sonuçlanır? Mantıksal olarak, yanıt sonuncusu gibi görünüyor: Az çok aslının ruhunu yakalan, ama özünde, ait olduğu dilin kültürel kökleriyle sınırlı bir şiirle. Yine de, bir şair ve çevirmen olarak benim için bu soru, daha karmaşık görünüyor.
İstanbul’a yerleştikten bir kaç yıl sonra, bir Türk şairinin İngilizce çevirisini okudum ve çok geçmeden, şiirimi başka bir düzleme çektiğini düşündüğüm şiirler yazmaya başladım. İlginçtir ki, 1950 yılında ölen ve adı tüm okul çağındaki Türk çocuklarınca bilinen şair, Rumeli Hisarı’ndaki evimin tam arkasında uzanan mezarlıkta gömülüydü. Bu eve taşınıp, onun şiirlerini okumaya başladıktan bir süre sonra, ruhunun pencereden süzüldüğünü ve ben şiirlerim üzerinde çalışırken, elimi yönlendirdiğini hissettim.Bir kaç yıl sonra, onun ruhunun esinlediğine inandığım o şiirlerden çoğu, döngüyü tamamlayacak şekilde, Türkçeye çevrildi. Şiirleri beni böylesine etkileyen şair, hepinizin çok iyi bildiği Orhan Veli Kanık’tı. Bu şiirleri İngilizceye, I, Orhan Veli adıyla Hanging Loose Press tarafından basılan kitapta Murat Nemet-Nejat, benim şiirlerimi Türkçeye ise İpek Seyalıoğlu çevirmişti.

O şiirleri yazmaya başladığım günden beri, böylelikle aslında, Orhan Veli’nin şiirsel ruhunu, ondan devşirilmiş bir üsluba, şiirlerime karışan o ruha ev sahipliği edecek bir gövde oluşturan üsluba aktardığımı hissediyordum.

Benim yaratıcı ruhum, İstanbul’a taşınınca içine fırlatıldığı öteki’nde bir kardeş bulmuştu kendine. Bunlar, bildik anlamda çeviri değil, o şiirlerden etkilenerek benim kendi tarzımda yazdığım farklı şiirlerdi. Ama aslında bu şiirlerin, bir başka anlamda çeviri olduklarına inanıyorum. Bu şiirler, insan olmanın, insanlığın tüm kültürel ve kişisel özelliklerini içinde barındırması gibi, tüm “farklılıkları” içinde barındıran bir ruhun çevirileriydiler.

Bu varsayımı kabul edecek olursam, ki öyle görünüyor, kendi yazdığım şiirleri de, Orhan Veli’nin ruhu, Murat’ın ruhu veya bu ikisinin karma ruhu esinlediği için, Nemet-Nejat’ın çevirilerinin “filizleri” olarak mı görmeliyim? Orhan Veli’nin ruhu, Murat’ın çevirilerinden “geçerken”, şiirleri benim için dilsel ve kültürel anlamda anlaşılır kılan bir süzme ve aracılık işleminden de mi geçiyor? Şimdi artık okuduğunu anlayabilecek kadar Türkçe bilen ve Murat’ı da yıllardan beri tanıyan biri olarak, Veli’nin poetik ruhuna, yıllardır Amerika’da yaşayan bir Türk olarak Murat’ın hayatının kültürel karmaşasının aracılık ettiğini düşünmüyorum, ama daha az becerikli bir çevirmenin elinde pekala böyle olabilirdi.

Özenli çalışmasıyla Murat’ın, Veli’nin şiirlerinin ruhunu çevirilerde yansıttığını ve böylelikle bana geçmesine olanak tanıdığını düşünüyorum.

Bir şiirin “anlamının” sözcüklerin ötesinde bir yerde olduğuna dair güçlü bir inancım var. Şiirin ruhunun, şairi ele geçiren daha büyük bir ruhun parçası olduğunu, ama bir şairin şiir yazarken, bu daha büyük ruhun varlığından veya kimliğinden habersiz olduğunu düşünüyorum. Murat’ın Orhan Veli çevirilerini okurken, Murat’ın çevirilerine geçen Orhan Veli’nin ruhunun ele geçirdiği, ama aslında Murat’a ait olan sözcük ve sözdizimi seçimini okudum. Bu ruhu kendi şiirlerime çevirdiğimi hissettiğimde, hem beni ele geçiren ruh, hem de ben, bu ruhun, benim kendi poetik ruhumun bir parçası olmasına olanak tanıyan dili seçtim. İpek bu şiirleri İngilizceden Türkçeye çevirirken, kendi sözcük ve sözdizimi seçimiyle, bütün aynılığı ve ötekiliğiyle yeni bir ruhun geçebileceği bir kapının açılmasına olanak verdi.

Bana göre çevirmenle şair arasındaki fark, şairin ruhları sözcüklere çeviren, çevirmenin ise, kendi sözcüklerini kullanarak, bu sözcükleri tekrar ruha dönüştüren kişi olmasıdır. Dil ve sözdizimi farkı, bir şiirin ve o şiirin çevirisinin tek bir şiir olarak algılanmasını sağlamaz. O halde, şiir ve çevirisi iki farklı şiir mi? Hayır, çünkü çevirmen iyi bir iş çıkarmışsa, her iki şiiri de aynı ruh ele geçirir. Sonuç olarak, çeviri işlemi iki şiir arasında bir şiirle mi sonuçlanır? Bu soruya da hayır diyeceğim. Neden? Çünkü şairden şiire geçmiş olan ruh, ya şairi ele geçirdiği için çevirmeni de ele geçirir, ya da geçirmez. İkinci durumda, ya ortaya çıkan şey şiir değil, ya da söz konusu şiirin gerçek bir çevirisi değildir. Birinci durumda ise, çeviri, asıl olanla aynı anlam farkı ve ayrıntılarına sahip olmasa bile ortaya çıkan şey asıl olanın ruhunun gerektirdiği gibi bir şiirdir. Çevirinin niteliği, çevirmenin, kullandığı dile, ruhun girmesi için ne ölçüde kapı araladığına bağlıdır. İnanıyorum ki poetik ruh sonuçta tüm kültürel farklılıkların üstesinden gelecek ve çevirmen bir şiiri başarılı bir şekilde çevirmişse, okur, okuduğu şiirin yarattığı ruhla bütünleştiği ölçüde o şiiri anlayacaktır. Bu temel ayrım dışında, yazının başında sorduğum sorulara benzer tüm sorular akademik kalacaktır. Bana göre, çevirinin ne olduğu sorusu ve bunun beraberinde getireceği tüm yanıtlar çok karmaşıktır. Hatta şiir yazmak veya şiir çevirmek kadar karmaşıktır.
Burada geliştirmeye çalıştığım düşünce, çevirmenin görevinin, varlığı oluşa çevirmek -yani şiirin aslındaki ruhu, çevirisinde oluşacak ruha çevirmek - olduğudur. Oluşacak olan bu ruh, çevirmenin bir diğer dile, deyim yerindeyse, varlığın bir diğer düzleminde şiirin gövde bulmasını sağlayan hedef dile açtığı kapıdır. Nasıl ki dönüşüme uğrayan bir kişi artık ne aynı, ne tamamen farklı, ne de sadece yeni giysilere bürünmüş eski kişi olabiliyorsa, ama dönüştüğü yeni şekliyle ne olduğu ve ne olacağına dair görüş ve düşünce sahibi olan bir varlık halini alıyorsa, şiir çevirisi de benzer şekilde, varlığın şiirsel ruhunu, “oluş”un ruhuna çevirmeyi içerir.
Bu açık uçlu denkleme olası bir yanıt, eşitliğin bir yanı boşluğa açıldığında, burada, şairi ele geçiren ruhla çevirmeni ele geçiren ruhun toplamı veya summun bonum’u olan sen veya bir diğeri’nin yer alabileceğidir.
Yazdığım şiirlerin çoğunda, kendini ifade etmek için, bir araç olarak veya belki bir aracı olarak bana sahip olan şeyin bu ruh olduğuna inanırım.
Bir şair olarak aradığım, izlediğim, peşinde olduğum ve umutla bir biçim veya varlık kazandırmaya çalıştığım şey, işte bu “bir başkasının ruhu (için) olabilme” halidir.
Aşağıdaki şiir, tartışmaya açtığım düşünceye örnek oluşturabilir.


Bugün, Yine, Sürgünümde

Seni düşünmek istedim,
seni ta içimde düşünmek,
Maçka parkında gezinirken.
gazetedeki habere bakılırsa,
birkaç gün önce burada
Orhan Pamuk’a başıboş köpekler saldırmış.
aynı yollardan geçtim hergün ben de
tepemde göğün gri örtüsü
ıslak taş merdivenlerin tepesinde
birbirini ısıtırken sevgililer
yalnız olmaktan mutlu, birlikte.
huzur doldu içim düşününce bunları.

Bense bir başıma, ama herkesle
dinmeyen arzularım, geçmişi sürükleyen gölgeler
ve etrafımdaki yaprakların hışırtısıyla
tepedeki işlek caddeye yürüdüm
minibüsler sıra sıra olmuş
yolcu bekliyorlar, tozun toprağın içinden
bir parka vardım, parkın çay bahçesi
kışları kapalı, bir köşede üst üste dizilmiş
plastik kırmızı sandalyelerden bir kule
kentin gerçek yüzünün heykeli gibi
boyacı bir çocuk yanaştı
boya değil derdi belli, para koparmak

Sen yoktun yanımda, ve ben
evimin yoluna koyuldum, istiklalden aşağı
bir acele ama nereye gittiğini bilmeyen
kalabalığı, insanları yara yara
geçtim yenilerde onarılmış kulenin yanından
ve Galata’nın daracık, püfür püfür yollarından
gerçekleşmemiş arzularımla dolu bir poşetle
köşedeki bakkalı dönerken eğilip
iki şişe su kaptım yerden,
sonra karanlıkta döne döne merdivenlerden
vardım evime, benim bir parçamdı
kapıyı açan. Karşılayıp içeri aldı beni

Çok değil, bir süre önce terkettiğim
yere geri dönmüştüm işte
yoktun sen? Ne orada ne de burada
mutfak dolabında beklemiyordun beni elbet
rakı şişesindeki balık da değildin, hani şu
öteki Orhan’ı, kader kadar gerçek
bir çukura ve en son ve en sadık
sevgilisinin açık kollarına sürükleyen
ölümsüz arzusunun sembolü olan

Ah, hava güzel, Aralık havası,
içime çekmek istiyorum seni soğuk bir ateş gibi!
buradayım işte, bir kez daha yalnız
bu cılız sözcükler tek kurtarıcısı
bugünümün. Öyle bir duygu ki bu
sanki sana geldim. Biliyorum sendin
elimden tutup beni buraya getiren
neresi olduğunu bilmediğim bu eski yere.
burası hep yeni kalmalı böyle
ve dokunuşun, aşkın ve korkunun ürpertisi
ve şu anda sandalyemin altındaki
tatlı titreyiş...

İstanbul, Aralık 1, 2000

Hiç yorum yok: