Sakine Eruz
Karga karga gak dedi,
Çık şu dala bak dedi,
Çıktım baktım şu dala
Bu karga ne budala…
Belki de tam Nevizâde Sokağındayız. Sözde “tarihi meyhaneler” sokağında; “öyle her söylenene inanma, belki bir, bilemedin iki meyhane dahi yoktu o sokakta ellili yıllarda” diyor bir zamanların bir Nevizâdelisi
Osmanlı’nın İstanbul’undayız. “Karşı Taraf” anlamına gelen Pera’nın daha sonra Levanten binalar dendiğinde akla gelecek sokaklarında ilerliyoruz.
Gece karanlık, iki dil oğlanı bize doğru geliyor, ayakkabıları sarı. Kıyafetleri görkemli, muhtemelen elçiliklerden birinde dil oğlanlarının düzenlediği bir eğlenceden evlerine dönüyorlar. Yıl 1735.
Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Üç kıtayı kaplayan devasa bir imparatorluğun topraklarındayız. İmparatorluğun en değerli mücevheri İstanbul, kenarları zümrüt denizlerle nakışlı bu güzeller güzeli çokkültürlü kentin adları da kendi gibi, adeta sayısız : Rumca, Ermenice adlar ve Osmanlı’da Derssaadet, Âsithane ve daha nice nice adlar.[2] Salt tarihin değil, ticaretin de gözbebeği İstanbul; salt binbir kültürün değil, ticaretin de gözbebeği Anadolu; salt çok dilliğin, binlerce yıl süren sanatın değil, ticaretin de gözbebeği beş denize açılan devasa imparatorluğun liman kentleri. Bütün ülkeler kıyasıya yarışıyor Osmanlı topraklarında ticaret yapmak için. Onlar, Doğu’nun sonsuz zenginliğini bu topraklardan, bu denizlerden geçirmeden ulaştıramıyor Batı’ya. Ancak bunun için, pazarlık yapmak gerekiyor. Bu toprakların gerçek beyleri tercümanlar. M.Ö. 2500 yıllarında Kapadokya’da tercüman loncalarına rastlıyoruz, o tarihte de çoğul kimlikli tercümanlar kervanlara onlar yol gösteriyor, kervanbaşları tercümanlar yönetiyor kervanları. Osmanlı’da da tercümanlar imtiyazlı bir sınıf, genelde Rum Fener beylerinden ya da daha sonra Müslümanlığa geçen kişilerden oluşuyor bu kesim. Osmanlı’da tercümanların büyükelçi, hatta sadrazam dahi olabildiği bir sistemdeyiz.
Batı pek de güvenemiyor bu “Osmanlı-Rum/Ermeni/Musevi/Müslüman” tercümanlara. İlkin Venedikliler 1551 yılında kendi tercümanlarını (“giovini di lingua”) yetiştirmeye başlıyorlar, bunları 1650’de zamanın önemli hanedanlarından Habsburglular (Sprachknaben) izliyor ve sonunda Fransızlar 1669’da Pera’da Dil Oğlanları (Enfants de langue) okullarını kuruyorlar.
Ayrıntıda boğulmamak için biz yine Karga fablına dönelim. Şimdi sonraki yıllarda Fransa’da, Paris’te Doğu Bilimleri Akademisinin kurulmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri olan Pera’nın Dil Oğlanları okulundayız. Fransızlar çok umutlu bu okuldan, buradan yetişecek tercümanların doğrudan onlara hizmet edeceklerine inanıyorlar.
Osmanlıya kültür doğudan geliyor, fabllarda da öyle, önce Sanskritçe’de (Eski Hint Dili) yazılan hayvan öyküleri, Farsça ve Arapçaya çevriliyor. Osmanlı’nın bilim dili Arapça, edebiyat dili Farsça. Arapça Müslümanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’in dehaca kurgulanmış dili. Batıda Latincenin yüzyıllarca bilim dili olarak hüküm sürdüğü gibi, Arapça da Osmanlı’da bilim dili olarak egemenliğini ilan ediyor. Farsça ise büyük yazarların yetiştiği bir dil. Dört denize açılan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Farsça yazı dili olarak da kabul görüyor.[3] Osmanlı’da ise Türkçe, Farsça ve Arapça iç içe. Öyle kesin bir dil ayrımı politikası gütmüyor Osmanlı. Tebaanın konuştuğu tüm diller kullanılıyor, ancak resmi dili zamanın modasına göre Arapça ya da Farsçanın yerelleştilerek kullanıldığı, hatta 20. yüzyılda Fransızcanın da etkisinin hissedildiği Osmanlı Türkçesi, bilim dili Arapça, yazin dili Farsça. Onun dışında konuşulan sayısız dilden Habsburglular Hanedanı güçlendiğinde Almanca, Fransa ile etkileşim arttığında Fransızca önem kazanıyor.
Şimdi yolculuğumuza Dil Oğlanları kitabından bir alıntıyla devam edelim :
“Denizcilik Bakanı kont de Maurepas 1730’da, o sırada Fransız elçisi olan Marki de Villeneuve’e, Yakındoğu’nun çevşitli liman kentlerindeki tercümanlara Tarihle ilgili olsun, başka konularla ilgili olsun, Fransızcaya çevrilmesinde yarar bulunan el yazmalarını çevirttirmesini emretti. Üç yıl sonra Villeneueve bakana şu cevabı veriyordu : Bütün yapabildiğim, Kapüsenler kolejindeki dil oğlanlarının konuyla ilgilenmesini sağlamak oldu.” Bundan böyle elyazmalarının sayısı arttı ve Bakan Maurepas’nın onayının da alınmasıyla, metinler kralın kitaplığına aktarılmaya başladı.” [4]
Evet yine dönelim Pera’nın sokaklarında ilerleyen Fransız dil oğlanlarımızın yanına. Biraz yakından kulak kabartalım konuştuklarına :
Morel de Cresmery’ın sesini duyuyoruz galiba: : “Bu akşam ne kadar da eğlendik, büyük elçinin güzel kızları da çok beğendi çaldığımız müziği, söylediğimiz şiirleri. Anlattığım fabl var ya, dün çevirdim onu, hani şu karga ile tilki hikayesi. Yarın temize çekip büyükelçiye ulaştıracağım.”
Dil Oğlanları ve Tercümanlar kitabının 95’inci sayfasında arasında fabllar da bulunan çok sayıda metnin “bir yanında Türkçe, Arapça ya da Farsça metnin, öbür yanında ise Fransızca çevirinin yer aldığı” ilk kez iki dilde basıldığı yazıyor.[5]
* * * * * *
Biliyoruz ki, Cumhuriyet Türkiye’sinde “Karga ile Tilki” LaFontain öyküleri/fablları/ masalları olarak okul kitaplarına giriyor, sonra Eyüpoğlu’nun pırıl pırıl çevirileriyle Lafontaine’nin fabları derleniyor. Böylece fabllar gizemli yolculukları sırasında Osmanlı’da kaybolup daha sonra Batı’dan Türkiye’ye ulaşıyor. Karga ile Tili dallanıyor, budaklanıyor ve günümüzde sayısız çocuk kitabında Lafontaine’nin adı ile anılmaya, resmedilmeye, uyarlanmaya devam ediyor.
KARGA İLE TİLKİ
Bay karga konmuş bir dala
Koca bir peynir ağzında.
Tilki kokuyu almış gelmiş:
-Günaydın, Sayın Karga, demiş:
Bu ne güzellik böle
Bakmaya dolamıyorum size
Şu tüylere bakın, pırıl pırıl;
Sesiniz bilmiyorum nasıl;
Eyüpoğlu’nun La Fontaine’den çevirilerinin derlendiği kitabın başında söylediklerine de kulak verelim: “Bizim edebiyatımızda La Fontaine gibisi neden yetişmeymiş dersiniz? Ezop’un[7] Anadolulu olması bir yana, bizim kadar masal dinlemiş, Hint’ten, Çin’den, Arap’tan, Fars’tan masal getirmiş, efsaneleri katmış, karıştırmış millet azdır. Sâdi, Mevlânâ gibi büyük saydığımız şairler de masalları küçümsememişler. Üstelik halkımız Nasreddin Hoca diye eşsiz bir masal kaynağı da yaratmış. …. Öyleyken, çığır açamamış birkaç eski şairimizi çıkarırsak, kimse masal değerlerimizi şiire aktarmayı iş edinmemiş. Orhan Veli’nin ömrü yetseydi, belki geçim zoruyla başladığı Nasreddin Hoca masallarını daha öteye götürürdü. (…………….)
Çevirme zorluklarımızdan çoğu Türkçenin değil, bizim darlığımızdan, deyimlerimizi yarım yamalak bilişimizden, kullandığımız kelimelerin nerden nasıl geldiğini bilmeyişimizden geliyor. Bereketli topraklar üstünde kıtlık içindeyiz bu yüzden. (…)
Eruz çeviriyi betimlerken bu etkinliği suya benzetir. Ancak, çeviri sürecinde suyun biçimi değişir, su boşaltıldığı kabın formunu alır ve içeriği içenin beklentisi doğrultusunda değişir, kâh limonata olur, bir yaz günü ince uzun bir bardakta buz gibi soğutulmuş içilir, kâh Türk kahvesi olur, zarif fincanlarda sımsıcak sade, orta şekerli ya da şekerli sunulur. Sunum işini iyi bilen suyu erek kitleye ulaştırır, yoksa su hiç kimsenin susuzluğunu gideremeden ziyan olur gider.[8]
* * * * * *
Biliyor muyduk acaba, kültürün bu boyutunun Doğudan Batıya yolculuğunu, onun Osmanlı İmparatorluğu topraklarında büyük bir sabırla çok uzun süre ikamet ettiğini, dahası Eski Yunan kültürünün dahi Bağdat’ta 8. ve 9. yüzyıllarda, Bağdat, Beytül Hikme’de yapılan çeviriler aracılığıyla Arapçaya ulaşıp yine Selçuklu ve Osmanlı’nın uçsuz bucaksız topraklarında olgunlaşmayı beklediğini ve daha sonra dil oğlanlarının ve tercümanların[9] yaratıcı rüzgarlarıyla Batıya yelken açtığını, ancak bu aşamaları yaşadıktan sonra Türkiye’ye yönlendiğini ve bu kez de Türkiye Cumhuriyeti’nde yerleşmek için büyük bir uğraş verdiğini…
Doğu deyince ilk akla gelen öteki yazın türüne de değiniverelim: 1001 Gece Masalları. O da fabllar gibi gizemli bir yolculuğa çıkıyor, ama çevirmeni çok usta, erek odaklı, okurun hoşnut olacağı şekilde kaleme alıyor bu masalları, belki de ondandır bu 1001 gece Masallarının 1001 yıl yaşamaları… Çokkültürlü bir tercüman Antoine Galland, yaklaşık 19 yıl İstanbul’da önce elçilik sekreteri olarak daha sonra kralın görevlendirdiği bir araştırmacı olarak kalıyor. 1704’te Arapçadan çevirdiği 1001 Gece Masalları ile, Batı belki de ilk kez Doğu’nun büyüleyici uslubuyla tanışıyor. Daha sonra bu masallar Fransızcadan Türkçe de dahil olmak üzere öteki dillere çevriliyor. Bu da başka bir öykü, başka bir zaman ve uzam bekliyor anlatılmak için….
* * * * * *
Kıssadan hisse
Osmanlı sayısız kültürü üstünde barındıran kocaman bir evren. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın mirasçısı, son yüzyıllarını zorluklar içinde geçiren devasa bir imparatorluğun küllerinden doğan bir Zümrüt-ü Anka. Oysa Tanzimat dahi ayrımında değil bu zengin hazinenin üstünde oturduğunun, öykündüğü içselleştirilmeyen bir Batı kopyacılığı.[10] Türkiye sanki bir zaman makinesinden geçerek geliyor bu günlere, arada kocaman boşluklar var, boşluklardan aşağıdaki uçuruma bakıldığında tenimize değmesine izin veremediğimiz nice yapıtlar duruyor sonsuz derinde. Sessiz, sakin bekliyorlar tenimize değecekleri günü.
Belki de doldurabilmek için bu boşlukları, bu katmanlı kültürlerin gizemli yolculuğunu izlemek gerekiyor. Nice yabancı dil oğlanları, tercümanlar ve Osmanlı mütercimler bize el uzatıyorlar o gizemli bahçede birlikte gezinmek için. Umarız, bir gün Eyüpoğlu’nun da dediği gibi, bir yazar, bir şair bir tercümanı da yanına alarak aralayıverir bize kapalı duran bu evrenleri
Kaynakça :
Hitzel, Frederic (1995) dil Oğlanları ve Tercümanlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
La Fontaine, Jean de (2005) Jean de La Fontaine Masallar, Çeviren : Sabahattin
Eyüpoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Eruz, Sakine (2000) Çeviride ve Çeviri Eğitiminde Koşut Metinler, İstanbul: Rektörlük
Eruz, Sakine (2003) Çeviriden Çeviribilime, İstanbul: Multilingual
Feryal Korkmaz ile “Delile ve Kimne” üzerine yazışma (04.12.2008)
Necdet Neydim ile fabllar üzerine kısa sohbet (04.12.2008)
tr.wikipedia.org/wiki/Büyük_Selçuklu_Devleti - 148k 06.12.2008)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder