Necmi Zekâ

Necmi Zekâ

“Çevrilemez”/ “Çevrildi”


Bir şiirin kenarına önce “çevrilemez”, bir süre sonra da “çevrildi” notunu düşerek kendi kendini mahcup eden Paul Celan gibi, “çevrilemezlik” konusunda er ya da geç yanılırız. Gene de, “belki başka bir zaman, belki başka bir çevirmen” olasılığına karşın, hep bir çevrilemez/çevrilir tartışması içinde buluruz kendimizi...
Bu tartışmalar nereden kaynaklanıyor, niye bu kadar uzuyor diye baktığımızda, şu basit gerçekle karşılaşıyoruz: Çeviriyle ilgili çok farklı, -genellikle birbirine taban tabana zıt- başarı ölçütü ya da beklentilere sahibiz; üstelik hepsini aynı ölçüde geçerli bulabiliyoruz. Kimimiz çeviriden, kaynak metnin anlam yapısını birebir tekrarlamasını, kimimiz ise kaynak metnin içinde barındırdığı enerjiyi aktarması ya da yaklaşık eşdeğer bir tad vermesini talep ediyor; aynı metnin “yerlileştirilmesi”ni savunanlar da çıkıyor, “yabancılığını koruması” gerektiğini ileri sürenler de... Özellikle şiir çevirisiyle ilgili tartışmalarda, “şiir başka bir dile değil, ancak şiirin kendisine, sadece şiire çevrilir” tarzı önermelerde olduğu gibi, genelgeçer anlayışlara oldukça aykırı tutumlara rastlayabiliyoruz. (Başarılı bir çevirmen sayılan Celan’ın, şiir çevirisinde anlamdan çok “şiirsel olan”a baktığını, “şiir bilgisine yönelik düşünüm”ü -poetologische Reflexion- esas aldığını hatırlayalım.)
Çevrilebilirliğin beklentilerle doğrudan ilişkili olduğunu söylemek, elbette tek başına pek açıklayıcı değil. Bu ilişkiyi daha iyi anlamak için, öncelikle ölçütlerin nasıl konulduğuna, beklentilerin kim tarafından, nasıl oluşturulduğuna bakmak gerek. Bu konuda, çeviriyi talep eden -gerçek ya da hayali- taraflar kadar, hatta onlardan daha fazla, “yaratıcı özne olarak çevirmen” diye adlandırabileceğimiz merciye odaklanmakta fayda var. İlk bakışta çelişkili görünse de, editör, eleştirmen, akademisyen gibi modern edebiyat kurumlarıyla birlikte ortaya çıkan, “modern yazar”a eşlik eden bu “çevirmen” figürü, sözünü ettiğimiz çok-değerliliği, eşit-geçerliliği, dolayısıyla çevrilemez/çevrilir ikiliğini belki de en çok besleyen kaynak.
Hem kurumsal denetim/onay mekanizmalarını, hem de çevirmenin özgür irade gücünü/yetkesini meşrulaştıran bu süreci işler kılan dinamik ise, temelde modern ahlâk. Çevirmenin belirleyicilik hakkını, modern ahlâkın “birey” anlayışıyla ilişkilendirdiğimizde, yöntem, ilke ve ölçütleri seçme, hatta yaratma özgürlüğünün, büyük ölçüde “sorumluluk” kavramıyla birlikte şekillendiğini söylemek mümkün.
Modernlikle doğrudan bağlantılı bu süreci kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: Çevirmen artık “özerk”tir; ikiden çok daha fazla efendiye, daha doğrusu gücünü kendi bireyselliğinden alan bir tür efendisizliğe hizmet etmektedir. Kaynak metne, yazara, erek dile (ya da evrensel dile), belli bir edebi türe, belli bir geleneğe, kültürel ya da siyasal bir ülküye, aynı zamanda bunlardan birkaçına karşı sorumluluk üstlenmeyi tercih edebilir. Ancak en ağır sorumluluğu, her zaman kendine karşı taşıyacaktır. (“Kişisel tatmin”, “çeviri yapmanın hazzı” olgusu da, kuşkusuz bu sürecin bir uzantısı olarak ele alınabilir.)
Çevrilemez/çevrilir ikiliği, bir bakıma, bu bilinen ya da bilinmeyen efendi çokluğunun, çok yönlü ihanet (çoklu özgürlük, çoklu sorumluluk) baskısının kaçınılmaz bir sonucudur. Genellikle de çevirmenin “kişisel yetersizlik itirafı” ya da “kişisel yetkinlik gösterisi” olarak kendini gösterir.
Benzer bir çift yönlü gelişmeyi modern “edebi metin” kavramında da gözlemliyoruz: Metin bir yandan demokratikleşmiş (daha kolay yayılır, daha fazla yorumlanır hale gelmiş), öte yandan, aynı zamanda, kurumsal koruyucularının artmasıyla birlikte, daha önce hiç olmadığı ölçüde “dokunulmazlık” (adeta kutsallık) kazanmıştır. Çevrilemezlik, edebi değerin, özgünlüğün temel göstergelerinden biridir artık; ama -bazen pervasızlığa varan- çevirme (yaratma, başarma) arzusunu kışkırtan da budur.
Öte yandan postmodernizmle birlikte gündeme gelen, her türlü kaynak metnin içinde barındırdığı karar verilemezlik -kaynağın sabitlenemezliği- durumu da, çevrilemezlik iddialarını zayıflatan başka bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor. Derrida’nın bir Platon metninden yola çıkarak gösterdiği gibi, yazarın (hem ağu, hem şifa anlamına gelen) pharmakon kelimesinin içindeki bağlantıları gölgede bırakmış, bozmuş ya da görmemiş olabilmesi, bu “yazara karşın”, hatta “metne karşın”lık durumu, bizi her metin şu ya da bu şekilde çevrilir noktasına taşıyor.
Gene de, “mutlak çevrilebilirlik” konusunda -en azından siyasal nedenlerden ötürü- dikkatli olmamız gerek. Time dergisinin “Fransız Kültürünün Ölümü” tezine karşı Bernard-Henri Levy’nin yakınlarda dile getirdiği gibi, harfleri sayılara, sözdizimini denkleme, “edebiyat ideali”ni formüle indirgeyen Anglo-Amerikan “global açıdan önemli/anlamlı” (global relevance) ölçütüne karşı çevrilemezlik, çeviriye uygun olmayış, savunulması gereken önemli bir tavır olarak beliriyor. Dillerin önüne geçilemez yokoluşu, giderek benzeşmesi olgusu karşısında, imkânsız da olsa, çevrilemezlik siyasal ve kültürel bir direniş anlamı kazanabiliyor.
Bu çerçeve içinde, -kesin olmamanın özellikle edebi metinler için temel nitelik halini aldığı, “fark”ı çoğaltmanın sık sık vurgulandığı günümüzde-, çeviriyi başarı ve başarısız düzleminin ötesine taşıyıp, daha çok bir “yeni zorluklar yaratma” etkinliği olarak tanımlamayı deneyebiliriz. Celan’ın kendi şiirleri için söylediği “tekrar tekrar okuyun, sonunda anlayacaksınız” deyişini tersine çevirip, uyarlayarak, şöyle de diyebiliriz belki: “Tekrar tekrar çevirelim, sonunda çevrilemez olduğunu göreceğiz.”

Hiç yorum yok: