MURATHAN MUNGAN

MURATHAN MUNGAN

Ayrıntıları Önemsizleştirmek, Durumları Seyreltmek

Türkçeye çevrilmiş iki öykünün farklı çevirilerini karşılaştırma üzerine kurduğum bu yazının ilk örneği, Roald Dahl’ın bir öyküsü. Bu öykünün ayrı zamanlarda yapılmış iki ayrı çevirisi bulunmaktadır Türkçede.

Çevirilerden ilki şöyle başlıyor: “Zil çaldığında Anna mutfaktaydı, akşam yemeği için salata yıkıyordu.”
Aynı cümle diğer çeviride ise şöyle: “Kapının zili çaldığında Anna mutfakta ailenin akşam yemeği için Boston marulu yıkıyordu.”

Bir okur olarak “Boston marulu”nun nemenem bir şey olduğunu bilmeyebilirsiniz, ama bunun bir “marul” türü olduğunu anlamak zor değil. Onu “Boston”lu kılan tür özelliği hakkında daha fazlasını merak ediyorsanız araştırır, öğrenirsiniz En azından yazar, öyküsünü yazarken tercihini herhangi bir “salata” çeşidinden değil, “Boston marulu”ndan yana yapmıştır ve bunu bilmek, öyküyü İngilizcesinden okuyanlar kadar, Türkçesinden okuyanların da hakkıdır. Bir okur olarak kendi payıma, hangi nedenle yapılmış olursa olsun, çevirmenin buradaki “tasarrufunu” haksız ve müdahaleci bulduğumu söylemeliyim.

Gene ikinci çevirideki cümlenin ton farkından, Anna’nın ailenin akşam yemeklerinden sorumlu olduğuna değgin bir vurgu var; ne yazık ki bu ilk çeviride yitiyor; ancak ikinci çeviriyi okuduğumuzda en azından Anna’nın akşam yemeğini yalnız kendisi için hazırlamadığını anlıyoruz.

Aynı öykünün başka yerinde, ilk çeviride yer alan “sebze çorbası”na, ikinci çeviri “İrlanda türlüsü” diyor. Türkiyeli okur olarak “İrlanda türlüsü”nün nemenem bir şey olduğunu bilmiyor olmamız, ilk çevirmenin tutumunu haklı çıkarmaz gene de... Ola ki bizim bildiğimiz sebze çorbasına benzer bir şeydir, ama bu gene de bir Türkiyeli olarak bizim sebze çorbasından anladığımızdan farklıdır. Gene ilk çevirideki “sahanda yumurta”nın, ikinci çeviride “pastırmalı yumurta” olduğunu görüyoruz. Elin ülkesinde sözü edilen “pastırma”nın bizim bildiğimiz, çoğunlukla Kayseri kökenli, çemenli pastırma olmadığı açık. Okurun sözde işini kolaylaştırmak, hatta bazen metni “sevimlileştirmek” adına yapılan bu çeşit “yerlileştirme” şirinliklerinin doğru olmadığı kanısındayım.

Birinci çevirideki “…sabahları kahvaltı sofrasına tek başına oturmak önünde bir fincan kahve, bir dilim kızarmış ekmekle…” cümlesi, ikinci çevirideki “…önünde bir fincan kahve, bir parça ekmekle” cümlesiyle karşılaştırıldığında, o bir dilim ekmeğin “kızarmış” olup olmadığı sorusu da önem kazanıyor. Ya ilk çevirmen, durduk yerde kızarttı ekmeği, ya ikincisi için ekmeğin kızarmış olmasının hiçbir önemi yok. Bunun, okur için de bir öneminin olmamasını istiyor.
Örneklediğim öykünün her iki çevirmeninin de kadın oldukları düşünülürse, çevirilere mutfak sezgilerinin ya da alışkanlıklarının karışıp karışmadığını düşünmeden edemiyor insan.

İlk çeviride, “Üst kattaki zulasında kalan hapları saydı. Toputopu altı tane,” olarak yer alan cümle, ikinci çeviride: “Yukarı çıkıp gizli dolabına gitti ve hapları saydı. Dokuz tane vardı,” oluyor. 6 ile 9 arasındaki farkı kavramak için herhangi bir yabancı dil bilmeye gerek yok, yalnızca “sayı saymayı bilmek” işimizi görür.
Ayrıca ilk çevirideki “zula” sözcüğünün de, kendi adıma beni rahatsız ettiğini belirtmek isterim. Kültürel göndermeleri fazlasıyla bize özgü olan bu çeşit yerel çağrışımlı, tınılı sözcükleri kullanırken, özel bir dikkat ve titizlik gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca “zula”, hem kökeni, hem de kullanım geleneği bakımından “eril” çağrışımlı bir sözcük, bu nedenle öykünün atmosferine yakışmadığı gibi, öykünün kahramanı olan Anna’nın portresine de uymadığı kanısındayım.
***

Önemsizleştirilen ayrıntılar konusuna ilişkin bir diğer örnek olarak Salinger’ın bir öyküsünü anmak isterim. Öykünün Türkçedeki çevirilerinden birinde şöyle deniyor: “Teddy, anne babasının kaldığı kamaranın açık lombozundan dışarıya bakabilmek için, yepyeni bir deri bavulun üstüne çıkmıştı.”
İkinci çeviri ise şöyle: “Teddy açık lombozdan dışarısını daha iyi görebilmek için inek derisinden yapılmış yeni görünümlü bir Gladstone valizin geniş yüzü üzerinde ayakta duruyordu.”
İki çeviri arasında kapsamlı açıklamalara gerek bıraktırmayacak kadar apaçık ifade farkları olduğu ortada. Ben, kendisine küçük takıntıları dert eden bu yazımda, çevirmenlerin metne yaklaşımdaki tutumlarını karşılaştırmakla ilgili olduğum kadar, meseleye “yazar hakkı” açısından bakmaktan da yanayım.
Özel olarak belirttiğine göre, yazar için öyküsündeki valizin “inek derisinden yapılma”, “yeni görünümlü” bir “Gladstone” olması önemli demek ki… Üstelik Teddy’nin üzerinde durduğu valizin yüzeyinin geniş olması da… Ayrıca bütün bu nesneler, markalar, adlar, ayrıntılara olan düşkünlüğü ve onları işlemedeki ustalığıyla bilinen Salinger’ın üzerinde düşünüp titizlikle seçtiği, kendince önemsediği şeyler olmalı... Öykü çevirmeyi, yalnızca olayların akışını çevirmek sanmıyorsak, bunları atlayamayız. Ne yazık ki böyle bir tutumu benimsemiş görünen bu ilk çeviride, bütün bu ayrıntılar hoyratça budanıp yuvarlanarak kelimenin tam anlamıyla “hallediliyor”. Yalnızca bu öyküde de değil, çevirmenin ısrarla çevirdiği diğer Salinger öykülerinde de… Şimdi bu öyküler ve Salinger’ın dünyası çevrilmiş mi oluyor?
Ayrıca söz konusu valizin “yepyeni” mi, yoksa yalnızca “yeni görünümlü” mü olduğu da ilk çeviriden anlaşılmıyor. İkinci çevirideki “yeni görünümlü” nitelemesinin hikâyenin anlatıcısına tanıdığı ve dolayısıyla okurunda uyandırmaya çalıştığı mesafe payı, bu ilk çeviride ortadan kalkıyor.
Kılı kırk yararak yazan bir yazarı, kılı kırk yararak çevirmek gerekir.

Aynı öykünün ilk çevirisinde metin hem bölünmüş, hem azalmış cümlelerle ilerliyor: “ Konçlu lastik ayakkabıları kirden kapkaraydı, çorap da giymemişti. Pamuklu bez şortu hem çok uzundu, hem de ağ kısmı en az bir numara büyüktü; yıkanmaktan eprimiş tişörtünün sağ omuzunda parmak girecek büyüklükte bir delik vardı ve belindeki harika timsah derisi kemer kalitesiyle sırıtıyordu.”
Bir de ikinci çeviride duruma bakalım: “Çorapsız ayaklarında, bileklerine kadar son derece pis, beyaz lastik ayakkabılar, üzerinde boyuna göre hem çok uzun hem de en azından poposuna bir numara büyük gofre bir şort, sağ omuzunda para büyüklüğünde bir deliği bulunan, fazla yıkanmaktan yıpranmış bir tişört, belinde de son derece şık, alakasız bir siyah lezar kemer vardı.”
İkinci çeviri, öncelikle benim bir okur olarak değer verdiğim bir tutumla cümleyi bölmeden, kısa cümleler kurmanın kolaylığına yaslanmadan yapıyor işini. Teddy’nin üzerindeki pamuklu bez diye tanımlanan şortun “gofre”olduğunu bu ikinci çeviriden öğreniyoruz. Aynı zamanda ilk çeviride “ağ kısmı en az bir numara büyüktü” diye karineyle tarif edilmeye çalışılan şeyin, Teddy’nin poposuna bir numara büyük gelen şort olduğunu anlıyoruz. Gönül, ikinci çevirideki kemerin cinsini tanımlayan “lezar” sözcüğünün, ilk çeviride olduğu gibi “timsah derisi” sözüyle karşılanmış olmasını isterdi elbet.
***

Türkçesi sorunlu olan bazı yazarlardan ya da çevirmenlerden bu çeşit örneklemelere gittiğinizde, sevdiği yazarına ya da beğendiği çevirmenine toz konduramayan kimi okurlardan şöyle bir itiraz yükselir: “Ama ben ne anlatıldığını anladım.” Doğrudur, anlamış olabilirler, ama buna “karine ile anlamak” denir. Yani lafın gelişinden, tahmin yoluyla anlamak… Edebi çevirilerde önemli olan, cümlenin gelişinden olan bitenin ne olduğunun kestirilebilmesi, tahmin yoluyla kavranması değil, cümlenin kendisinin doğru ve anlamlı çatılmasıdır. Edebiyatı gündelik konuşmanın gelişigüzelliğinden, ifade savrukluklarından çıkaran da budur. Dil, her okuyanın anlayışı, algılama yeteneği, zekâsı ölçüsünde tamamen değişebilen durumlara göre kaygan bir zemin üzerinde hareket etmez; o, kendi iç kuralları ve işleyiş mantığıyla varlığını ortaya koyar.
Doğru çevrilmiş bir cümleyi herhangi bir okur yanlış anlayabilir, ama çevirmenin işi doğru anlayıp, doğru ifade etmektir. Varsın yanlış anladığı çevirmen zaafı değil, okurun kendi meselesi olsun!

Günümüze gelinceye kadar geçen zaman içinde çeviri konusunda hemen herkesin üzerinde çoktan anlaştığı kimi temel jenerik değerler olması gerektiğini düşünürüm. Örneğin, bir yazar için yazarken önemli olan ayrıntıların, o metni çeviren bir çevirmen için de aynı önemi taşıması ve her ayrıntının çeviri metinde de aynen korunmuş olması gerektiğine inanırım. Metne saygı ve sadakat göstermek, bir çevirmenin sahip olması gereken en temel özelliklerden biri olmalıdır bana göre. Çevirmen nasıl kendi gönlüne göre metne gelişigüzel cümleler ekleyemiyorsa, okur adına bir tasarrufa gidip eksiltmeler, seyreltmelerde de bulunamaz. Bulunmamalıdır. Bir metin, hangi dil, ülke, kültürde okunacak olursa olsun, yazıldığı dildeki ayrıntı zenginliği korunarak ve yazarının tutumu gözetilerek aktarılmalıdır bir başka dile. Salinger için “Gladstone” valiz, Roald Dahl için “Boston marulu” neyse, metni çeviren ve okuyan için de odur. O olmalıdır.

Her ne kadar “yazı”sı “erkek” bir üslup taşısa da, Salinger’ın öykülerinde, daha çok kadın yazarlarda görmeye alıştığımız bir eşya merakı, ayrıntı dikkati, nesne zenginliği göze çarpar. Belki de bu yüzden kimi erkek çevirmenler, kendi hayatlarında ve dikkat sahalarında olmayan ayrıntıları, çevirilerinde de gelişigüzel budamaktan çekinmezken, kadın çevirmenler, onların tozunu alıp özenle yeniden eski yerlerine koymaktadırlar.
***

Hasarlı çevirilerde yalnızca ayrıntılar önemsizleştirilmez, aynı zamanda durumların yoğunluğu da seyreltilir.
Söz “dikkat”ten açılmışken, kimi zaman çevirilerde karşımıza çıkan bir konuya değinmek isterim: Bazen çeviride bir cümle düşer; düşen cümle önemsiz, sıradan görünse de kimi zaman metnin akışında önemli bir şeyi eksiltmiş olur. Örneğin, Roald Dahl’ın söz konusu öyküsünün girişinde Anna’nın kapısına gelen iki polisin betimlendiği bölümde paragrafın son cümlesi ilk çeviride yer almıyor; ikinci çeviriden okursak: “İkisi de miğferlerini iki eliyle önünde tutuyordu.”
Böylelikle durumu gözünün önünde canlandırmaya çalışan okura, çağrışımlarını harekete geçirecek temel bir ayrıntı verilmiş oluyor. Anna’nın ne tür polislerle karşı karşıya olduğu, olayın en azından polisleri miğfer taşıyan bir ülkede geçtiği, miğferlerin saygılı biçimde önde tutuluyor olmasıyla, sözünü etmeye çalıştıkları olayın özel saygı gerektiren bir durum olduğunun düşünülmesi, hayal edilmesi sağlanıyor.
Sonuçta ilk çeviride olmayan bu cümle, çevrilirken unutulup atlanmış mı, önemsenmemiş mi, dizgide mi düşmüş, çeviriler bu kadar gönül rahatlığıyla yapılınca, doğrusu insan merak ediyor.
***

Kimi zaman bir cümlenin düşmesi, aşağıda vereceğim örnekte olduğu gibi bir diyalog düzenine denk geldiğinde, anlam kaymasına ve bir sonraki sözün karşılıklı konuşan iki kişiden hangisine ait olduğunun anlaşılmamasına neden olur.
Roald Dahl’ın aynı öyküsünden gidecek olursak, evlat edinme kurumunda çalışmaya başlayan Anna’nın, çocuğunu evlatlık olarak vermeye gelen kızın biriyle yaptığı konuşma sahnesi buna bir örnektir.
Burada ilk çeviride yer alıp ikincisinde düşen bir cümle söz konusu. Dolayısıyla “Bundan emin misiniz?” sözünün konusu, karşılıklı konuşmada özne değiştiriyor. Aynı bölümü her iki çeviriden de okuyalım:

“ ‘Baba adı?’
‘Bilmiyorum ki.’
‘Baba adının konuyla ilgisi ne?’
‘Baba adı biliniyorsa canım, evlatlık işlemlerinin tamamlanması için onun da rızasını almak gerekiyor.’
‘Babanın bilindiği falan yok, merak etmeyin.’
‘Yüzdeyüz eminsin, değil mi?’
‘Kaç kere söyleyeceğim?’ ”

Bu ilk çeviriden “emin olunması” gereken durumun, babanın bilinip bilinmediği olduğunu anlıyoruz.

İkinci çevirideyse durum şöyle:
“ ‘Baba adı?’
‘Bilmiyorum.’
‘Hiçbir fikriniz yok mu?’
‘Baba adının bu işle ne ilgisi var?’
‘Cancağızım baba belliyse çocuk evlatlık verileceği zaman seninki gibi onun da onayının da alınması gerekir.’
‘Bundan emin misiniz?’
‘Hey Allahım söylüyorum ya işte!’ ”
Görüldüğü gibi, bu ikinci çeviriden “emin olunması” gereken şeyin, çocuğun evlat verilmesi sırasında babasından onay alınması olduğu anlaşılıyor.

Çevrilen aynı metin olduğu halde, durum tanımlamasında farklılıklar yaratan cümleler göze çarpmaya devam ediyor:
“İçler acısıydı durumu. Yine de böyle davranmasına hak vermemek elde değil, hemen belirtmek gerekir ki ölen kocası, hiç de sıradan bir koca değildi.” (İlk çeviri.)
“Onu dinlemek feciydi, ama davranışını savunmak için de Ed’in bilinen kocalardan olmadığını söylüyordu.” (İkinci çeviri.)
Gördüğünüz gibi her iki çeviri arasında ilkin dile getirilişte bir özne kayması var. “İçler acısıydı durumu”nda özne “Anna” iken, “Onu dinlemek feciydi”de özne “onu dinleyenler” oluyor. ilk çeviride “hemen belirtmek gereğini duyarak Anna’nın kocasının hiç de sıradan olmadığını” söyleyen öykü anlatacısı iken, ikinci çeviride “Kocasının bilinen kocalardan olmadığını” bizzat Anna’nın kendisinin söylemiş olduğu anlaşılıyor. Bence bu durum, “çevirmen tercihi” türünden bir açıklamanın boyunu aşan bir yorumlama sorununa işaret ediyor.

Durum bulanıklığına yol açan bir ikinci örnek, yaşamı boyunca kocasından başka bir erkek tanımamış olan Anna’nın, kocasının ölümünden sonra ilk sevgilisiyle karşılaştığı ve bir otel odasına kapandığı sahnede geçer.
İlk çeviri, “İçini garip bir sıcaklık kaplamıştı,” diye duruma arzulu bir ton katarken, ikinci çeviri ise yalnızca “Azıcık telaşlıydı,” der. İlk çeviride, çevirmenin aşırı yorumu ile mi karşı karşıyayız, yoksa ikinci çevirmen, kahramanın içini kaplayan sıcaklığı fazla mı buluyor?
Gene benzer bir biçimde ilk çeviri, “Anna, dumanı keyifle içine çekti, usulca salıverdi havaya,” derken, ikinci çeviri “Anna derin bir nefes çekip yavaşça dumanı havaya üfledi,” diyor, görünüşte eylem aynı, durum önemsiz görünüyor belki, ama arada bir “keyif” farkı var ki, bunu hangi çevirmenin tercihiyle açıklamalıyız bilmiyorum, ilkinin keyfe düşkünlüğüyle mi, ikincisinin keyifsizliğiyle mi, ya da doğrudan ortaya soralım: Çevirmenlerin kişisel eğilimleri, keyifleri “metni süslemek” konusunda nereye kadar gidebilir?

Cümle içindeki eylemin öznesini alımlamada bulanıklığa yol açan bir özne kayması sorununa gene aynı öykünün girişinde rastlıyoruz:
Polis duradı ve Anna, ona bakarken, derisinin altında gövdesinin gitgide büzüştüğünü, daha da daha da büzüştüğünü duydu.” (İlk çeviri.)
“Polis duraladı, onu gözleyen kadına da tüm bedeni derisinin içinde büzülüyor, büzülüyor, büzülüyormuş gibi geldi.”
Görüldüğü gibi ilk çeviride, büzüşenin kim olduğu bir okuyuşta alımlanırken, ikinci çevirideki cümle diziminden “derisinin altında büzüşen”in, kadının başından beri gözlediği polisin “tüm bedeni” olabileceği varsayımı da akla geliyor.
Oysa öykünün sonu düşünüldüğünde, bu cümlenin doğrudan ve bir kerede anlaşılması gerektiği ortaya çıkar. Çünkü ileride, Anna’nın dölyolu büzüştüğü için, kadınlığının kuruduğunu, bu nedenle seks yapmakta zorlandığını anlayacağızdır.

Bazen çeviride önemsiz görünen küçük bir ton farkı bile, duruma gereken imayı ya da kesinliği kazandırır. Örneğin, Anna’nın yıllar sonra yanında ilk kez kocası olmadan Dallas’a gidişinin anlatıldığı bölümde, ilk çevirideki “Dallas’ta tek başınaydı işte,” cümlesinden sadece Anna’nın Dallas’ta yalnız olduğunun yalın sonucunu çıkarır, ardından gelen cümlelerin yardımı olmasa, bunu sıradan bir yalnızlık hali olarak okuyabiliriz.
Oysa ikinci çeviri: “Bu kez Dallas’ta yalnızdı,” dediğinde, öncekilerde yalnız olmadığının imasını içerdiğinden, sonraki cümlelere, “bu kez yalnız” olmasının öncesini düşündüren bir merakla geçeriz. Metnin dokusunu tutturmak bu yüzden önemlidir.

Hemen her çeviride karşılaşılan, kimi durumlarda “Türkçede fazladan açıklama yapan cümlelere” burada da rastlıyoruz:
Örneğin ilk çeviri “Öteki polis karıştı söze,” diye cümle girişi yazma gereği duyarken, ikinci çeviri yalnızca, “Öbürü,” demekle yetiniyor.
Benzer bir diğer örnek:
Telefonun öbür ucunda seslenirken ilk çeviri
“Anna Greenwood’la mı görüşüyorum?” diye bir açımlama getirirken, ikinci çeviri “Anna Greenwood?” diye sormayı yeterli buluyor.
Benim tercihim, diyalog düzeni kurarken, daha çok gündelik dile ve dil alışkanlıklarına yatkın yaşayan bir ton tutturmaktır. Bu nedenle gönlüm, ikinci çeviride olduğu gibi, cümlenin seste soru tonlamasını çağrıştıran soru işareti ile bitmesinden yanadır.

Bir başka örnekte ilk çeviri, “Hiç üstüne varmadan, ağır ağır Anna’nın ağzından gerekli bilgileri aldı: Sağlığı nasıldı, Ed’in ölümünden sonra neler geçirmişti. Anna ona açılmakta hiçbir sakınca görmüyordu; başından geçenleri olabildiğince özetleyerek anlattı.” derken,
İkinci çeviri: “Usulca, çok incelikli ve nazik bir biçimde Conrad onu sağlığı ve yaşamak zorunda kaldığı kötü dönemle ilgili konulardan çekip çıkardı. Anna bunlardan ona söz etmenin kendisini rahatsız etmediğini fark etti ve hemen hemen tüm öyküyü anlattı.”
Şimdi burada “Özetleyerek anlatmak” ile “hemen hemen tüm öyküyü anlatmak” arasında, ufak bir anlama hatasından kaynaklandığını düşündürmeyecek kadar önemli bir fark olduğu görülüyor.
Ayrıca, Conrad’ın “Anna’nın ağzından gerekli bilgileri almak”la, “Anna’yı kötü dönemli ilgili konulardan çekip çıkarmak” arasında ciddi bir tutum ve niyet farkı var.

Konunun çevresindeyken son olarak bir olguya daha dikkat çekmek isterim: Yazarların kimi zaman azıcık bulanık, belirsiz bırakmakta yarar gördüğü bir durumu çevirirken, kararlı sözcüklerle kesinleştirmek; özel olarak yaratılmış muğlak durumları, yoğun anları, ışığı keskin sözcüklerle aydınlatmaya kalkışmak, kimi çevirmenlerin işini kolaylaştırır belki, ama bizi asıl metinden, o metinde yapılmak istenenden uzaklaştırır.
Hiçbir çevirmenin bize başkalaştırılmış metinler okutmaya hakkı yoktur.
Elbette bu konuda söylediklerim, birçok kişiye yeni gelmeyebilir, ama bildiklerimiz, bu kadar eski bir sorunun derdini hâlâ çekiyor olmamız konusunda bizi rahatlatmaya yetmiyor gene de. Bence bu konularda eleştirilerin, karşılaştırmalı yazıların sayısının artması gerekiyor.
***

Bu yazıyı özellikle seçilmiş iki öykünün çevirileri ve bunlara ilişkin “küçük” takıntılar çevresinde sınırlı tutmaya çalıştım. Metinlerin kendi dilindeki özgün hallerini bilmeyen sıradan bir okurun, herhangi bir kitapçıya girip aynı metinlerin farklı çevirilerini şöyle bir karşılaştırmaya kalkıştığında yaşayabileceği sorunları yansıttım. Dikkati kişiler ve kurumlara değil, doğrudan olguların kendisine çekmek için kitap, çevirmen, yayınevi adlarını özellikle saklı tuttum.

Hiç yorum yok: